ANZAC'LAR KİMDİR ?
Avustralya, yüzyılın başında, Britanya İmparatorluğu’nun kendi kendini idare eden dominyonlarından biriydi. Bir ulus olduklarını 1 Ocak 1901’de Melbourne’da ilan etmişlerdi. Parlamento üyeleri seçmenlerce seçiliyor, federal hükümet "göstermelik" bir İngiliz Genel Vali tarafından atanıyordu. Ancak, o sıralarda çoğu Avustralyalı, bugünün tersine, hala kendini Avustralyalı’dan çok İngiliz kabul ediyordu. Aynı yıllarda kıtanın nüfusu, genellikle sahillerde toplanan 5 milyon kişi kadardı. Kıta içlerinde yaşayan 200.000 kadar da Avustralya yerlisi (Aborigine) vardı.

Avustralya ordusu da 1901’de kuruldu. Başta küçük bir güçtü ama, kısa zamanda gönüllülerden oluşan düzenli bir ordu haline geldi. 1914’te sayısı 45.000’e ulaşmış olan bu ordu, kanunla silahlı eğitim altına alınmış yetişkin erkeklerden oluşuyordu. 1914’e kadar Avrupa’da gelişen olaylar sonucu, Almanya’ya savaş ilan eden Büyük Britanya'nın isteği ve eski bağımlılığı nedeniyle Avustralya, “son ferdine ve son kuruşuna kadar Büyük Britanya’yı destekleyeceğine ve 20.000 kişilik bir güç göndereceğine" söz verdi.
Bunun üzerine, Avustralya’da binlerce genç erkek, asker olabilmek için askerlik şubelerinin önünde uzun kuyruklar oluşturdu. Bu gençlerin bir kısmı, Britanya’yı bir düşman işgalinden kurtarmak için başka bir seçenek olmadığı fikrindeydi. Büyük çoğunluğu da, bu fırsatın, insanın yaşamı boyunca ancak bir kez karşılaşabileceği bir macera olduğunu düşünüyor ve bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Sadece ülkeyi savunma amacıyla kurulmuş olan düzenli ordudan ayrılan bu güce de Avustralya Kraliyet Güçleri (Australian Imperial Forces-AIF) adı verildi.
Yeni Zelanda’da ise her erkek, zaten 12 yaşından itibaren askeri eğitim alıyordu. 1911’de ülke, 25.000 kişilik bir milis gücüne sahipti. Ağustos 1914’te, Yeni Zelanda Seferi Kuvvetleri (New Zealand Expeditionary Forces-NZEF) adıyla oluşturulan güce katılanlar, bu milis gücünden gönüllü olarak gelenlerdi… NZEF de AIF’e katıldı. İlk AIF ve NZEF birliklerini taşıyan gemi, Avustralya’yı 7 Kasım 1914’te terk etti. Gemi küpeştesinden neşe içinde el sallayan bu gençler annelerine, sevgililerine, karılarına “Merak etmeyin...” demişlerdi, “Yılbaşına kadar biter bu iş…”

Mısır'a indirilen bu birlikleri çöldeki kamplarda eğiten İngiliz subayları, onlara kısaca ANZAC demeye başladılar. Çünkü, gemilerden inen malzeme sandıklarının üzerinde birlik adlarının başharflerinden oluşan bu isim yazılıydı. (Australian & New Zealand Army Corps-Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu)
O sıralarda Osmanlı İmparatorluğu diye bilinen ülke, savaşa Almanya yanında girmişti. İngiliz generaller de, eğer bu ülkenin başkenti İstanbul’u ele geçirirlerse, Osmanlılar’ı devre dışı bırakacaklarını; Almanya’yı zayıflatacaklarını; Karadeniz'de mahsur kalmış 100'den fazla ticaret gemisini serbest bırakacaklarını ve Rusya'ya yardım gönderebileceklerini düşünüyorlardı. Ancak, 18 Mart 1915'te bu amaçla Çanakkale Boğazı'nı zorlayan güçlü donanmadan birkaç İngiliz ve Fransız gemisini Türkler batırınca planlar değişti; İstanbul’a karadan gitmeye karar verdiler. Tek yol, bir ordunun Gelibolu adlı yarımadaya indirildikten sonra donanmayla birlikte İstanbul’a yürümesiydi… Bu işe en uygun askerler de, o sırada en yakında bulunan ANZAC’lardı; eğitimlerini yeni tamamlamışlardı ve savaşmak istiyorlardı. Çok heyecanlıydılar; savaşmak için gelmişlerdi ve nasıl iyi savaştıklarını da göstereceklerdi…


ANZAC’lar, Mısır’dan getirilmişler ve 25 Nisan 1915 günü, güneş doğmadan bir saat kadar önce, ayak basacakları sahillere savaş gemileriyle taşınmışlardı.. Bu gemilerden sessizce küçük teknelere indiler. Bu tekneler de, onları yaklaşabildikleri kadar yaklaştırdı sahile… Bu işi Mısır’da yüzlerce kez denemişlerdi… Ama hala heyecanlıydılar. Acaba Türkler uyanık mıydı? Kaç kişiydiler? Geldiklerini görmüşler miydi?
Tek bildikleri, bir sahile inecekleri ve indikten sonra hızla iç bölgelere ilerleyerek geriden gelenlere yer açacaklarıydı… Kendilerine anlatılan plan buydu…

ANZAC birlikleri, çıkartma öncesi, getirildikleri gemilerin güvertelerinde küçük teknelere indirilmeyi bekliyorlar...
Gecenin karanlığında, birdenbire gökyüzünü bir ışık aydınlattı. ANZAC’lar daha sahile ayak basmamışlardı. Işığın ardından tüfek ve makineli tüfek sesleri işittiler. Teknelerden suya indikleri andan itibaren etraflarında vızıldayan kurşunlarla da tanıştılar… Çoğu, daha sahile varamadan bu kurşunlarla öldü. Kimileri teknelerden bile inemedi.. Tekneden atlayanlar da derinliğin öyle az-buz olmadığını fark etmişti. Yüzme bilmeyenlerin çoğu boğulup gitti; çünkü sırtlarındaki çantaları çok ağırdı. Sahile ulaşabilenler daha da fena şaşırdılar. Düz bir plaja çıkacakları söylenmişti ama, ayak bastıkları bu yer, sarp kayaların eteklerinde bir karışlık bir sahildi… Yanlış bir yere çıkarılmışlardı…
O sabah, ayak bastıkları sahili korumakla görevli Osmanlı 5. Ordusu'nun 9. Tümeni'ne bağlı 27. Alay'ın komutanı Yarbay Şefik Aker, 1935 yılında Askeri Mecmua'ya yazdığı değerlendirmede, ANZAC'ları şöyle tarif etmişti:

İngiltere Kralı V. George'un Anzac'lar hakkında övgü dolu sözlerini aktaran bir afiş...
"Bu ahali o kıt'aların yerli ahalisi zannedilmesin. Bunların kısmı küllisi bir asırdan beri Britanya, İrlanda adalarından ve diğer küçük kısmı Danimarka, Hollanda ve İskandinav ve hatta Alman memleketlerinden Avustralya ve Newzeland büyük adalarına hicret etmiş hatta ettirilmiş adamların Anglo-Sakson terbiyesiyle yetiştirilmiş evlatları ve torunları idi. Sekiz ay bir zaman bunlar ile burun buruna mücadele halinde yaşamış olduğumuz için kendilerini iyi tanımış idik. Umumi bir bakışla; vücudca sıhhatli, sportmen, uyanık adamlardı. Aralarında uzun boylu, gösterişli. tüvana adamlar çokça göze çarpıyordu, belki hepsi de okur yazar ve mühim bir kısmı orta tahsil görmüş kimselerdi. Sureti umumiyede muharebede sebatkâr ve vazifeye bağlı idiler. İçlerinde mahir nişancılar az değil idi. Tavır itibariyle kısmı azamı mağrur ve bir kısmı da kurnaz ve açıkgöz ve bir kısmı da mülâyim ve saf görünüşlü idiler. Sekiz ay süren muannidane savaş neticesinde onların bizim üzerimizde bir takdir hissi bıraktıklarını kendimde sezmekle beraber, onların da elimize geçen mektuplarından ve hatıra defterlerinin münderecatından ve giderlerken bıraktıkları bazı levhalardan; bize karşı ayni hissi alıp ***ürmüş olduklarını tahmin ediyorum.
Çanakkale muharebesinden sonra Avustralya kıtaatının bir kısmı Fransa-Almanya cephesine nakledilmişlerdi. Avustralyalıların o cephede emsaline faik bir cengâverlik şöhreti kazanmış olduklarını işittik idi...."

O günden sonra olanları da Scott Brown adlı bir yazar şöyle tarif etti:
"Gelibolu savaşı tek bir kelimeyle tanımlanabilir; vahşet... Türkler vatanlarını savunuyorlardı; Anzac'lar da kanıtlayacak birşeyleri olan genç bir ulusun mensubuydular; savaş boyunca sadece 70 esir verdiler... "