DUYURU PANOSU
FORUMUMUZDA TİVİBU, D-SMART ,DİGİTURK-BEİN KANALLARI YERLİ - YABANCI PLATFORMLARLA İLGİLİ ,KART PAYLAŞIMI ,İPTV ,SERVER PAYLAŞIMDA BULUNMAK,HACK İLE KONULAR ve SPONSORLARIMIZ DIŞINDA HERHANGİ BİR ÜRÜN SATIŞI YAPMAK YASAKTIR 

İletişim


 WHATSAPP +905354035843


ERK@L


onlineuydudestek@gmail.com

×

NOTICE Bilgilendirme : Bu konu 4191 gün önce başlatıldı . Konu başlangınç tarihi güncel değilse Konu güncelliğini yitirmiş yada bu konu ile ilgili son cevap yazılmış olabilir. Eğer yazınız doğrudan bu konu ile ilgili değil ise yeni bir konu başlatmanızı tavsiye ederiz....

TASAVVUFÎ TERİMLER (K) ..:: 1 ::.. KA'BE: Yer yüzünde Allah'a ibâdet edilmek üzere inşâ olunan ilk mâ'bed. Vuslat makamı. Kalbin Hakk'a, sevgiliye, bembeyaz ihram giyerek,

Bu konu 25531 kez görüntülendi 12 yorum aldı ...
Tasavvufî terimler (k) 25531 Reviews

    Konuyu Değerlendir: Tasavvufî terimler (k)

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 25531 kez incelendi.

 
Sayfa 2/2 İlk ... 2
  1. #1
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart Tasavvufî terimler (k)

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 1 ::..
    KA'BE: Yer yüzünde Allah'a ibâdet edilmek üzere inşâ olunan ilk mâ'bed. Vuslat makamı. Kalbin Hakk'a, sevgiliye, bembeyaz ihram giyerek, yani güzel huylarla süslenmiş olarak yönelmesi. Tasavvuf erbabına göre, iki türlü Ka'be söz konusudur: Birisi Hz. İbrahim'in taştan topraktan yaptığı, çok defalar yıkıldığı halde, tekrar tekrar tamir edilen ve yeniden yapılan maddî Ka'be. İkincisi de, Allah tarafından bina edilen insan gönlü, kalbi. Bu yıkıldığı zaman yapılması mümkün değildir. O'nun için gönül yıkmamak gerek. Şunu belirtmekte yarar var: Mutasavvıflar, kalbe önem vererek Ka'be'ye gitmeyi, farz olan Hac görevini, şeriatın bir emrini ikinci plana atmış değillerdir. Eğer bu gerçek olsaydı, hiç bir sufînin, üzerine farz olan hac görevini yapmaması gerekirdi ki, tasavvuf tarihi ve velilerin biyografilerini dikkatle okuduğumuz zaman, istisnasız hemen hepsinin hac görevini yaptığını görürüz. Onların kalbe önem vermeleri, Ka'be'yi ikinci plana atar, gibi görünmeleri, gerçekte bu mânâda değildir; zira yaşadıkları hayat, bunun reel kriteridir, göstergesidir. İslâm'ın insan için olduğu göz önünde tutulur ve onun eşref-i mahlukât yönü dikkatle incelenirse, sûfilerin bu filantropik yaklaşımı, onların İslâm'ın özünü, özellikle Louis Massingnon'un da ifade ettiği gibi "islam'ın gerçek haniflik yönünü" anladıklarını ve bu espiriye ulaşabildiklerini gösterir. Tasavvuf erbabının bu tür görüşlerini tenkid edenlerin, önce kendi islâmî bilgi ve kültür birikimlerinin yeterli olup olmadığını kontrol etmeleri gerekir. Çoğu zaman bu bilgi birikiminin tam olması da yetmemekte, olaya, İslâm'ın derûnî tarzda, aşkla yaşanması boyutu da eklenmektedir. Öyle sanıyoruz ki sûfileri, bilgi ve aksiyonun birleştiği bir alanda, anlamak mümkün olacaktır. Bu ifadelerde biz, gerçek tasavvufu, yani İslam'a derinin etle bağlandığı gibi bağlanan tasavvufu ve İslâm'ı, Rasulullah (s) edasıyla yaşama çabasında olan, bilgi ile mücehhez sûfileri kastediyoruz. Psödo (uyduruk) sûfilerin sayıca az olmadığı bir ortamda, böyle bir ayırımı yapmanın, tasavvuf tarihi içinde de büyük önem arzettiği kanaatindeyiz. Zira, sahte ve hakikisi ayırılmadan, yapılan tenkitlerin bütün sufilere teşmil edilişi, tasavvuf alanının mütehassısı olmayan kişilerde, ilmî bir yanılgı olarak sürekli gözlenmektedir. Konu, hem ihtisas, hem de yaşama işidir.
    KABZ: Arapça, tutmayı ifâde eden bir kelimedir. Daralma, kapanma gibi manaları da vardır. Bu terim, bast ile birlikte kullanılır. Bu durumda kabz ve bast, sâlikte bulunan iki zıt hali anlatır. Biri emin olunan şeyden korkmak, diğeri de korkulan şeyden feraha çıkmak ve ondan emin olmak anlamlarını ihtiva eder. Kabz kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli yerlerde geçer. Bunlardan biri Tâhâ Suresi 96. âyettedir. "Rasûlün, Cebrail'in izinden bir tutam aldım". Burada, Rasûlün atının basarak geçtiği topraktan, elimle bir tutam aldım, manasına gelmektedir. Buradaki kabza (tutam) makbuz manasına gelir (Bkz. Mu'cemu Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim, c. II., s. 173). Furkân Suresi'nin 46. âyetindeki kabz kelimesi, mahvolmak manasını ifade ettiği gibi, Bakara Suresi'nin 245. âyetinde rızkın genişlemesi ve daralması manasına gelir. Sûfiler kabz ile korkuyu, bast ile de ümidi kastederler. Allah'ın tehdidinden korkan sûfî, kabz hâlinde olur. Bu durum, Tur Suresi'nin baş taraflarındaki "Muhakkak Rabbının azabı gelecektir" âyetini duyunca Hz. Ömer (r)'de görülen hal ile açıklanabilir. Allah'ın müjdesi ile sufî, bast durumuna geçer. Sûfilerden bazıları, Allah cemal sıfatı ile tecellî ettiğinde kulu bast, celâl ile tecellî ettiğinde kabz halindedir, diye yorum yapmışlardır. Sûfilere göre Kâbız ve Basit olan, Allah'tır. Kabz'a; nimetin elden gitmesi, sevgiliyi kaybetme ve mahzurlu olanın hücumundan kaynaklanan korku gibi anlamlar yükleyen sufîler, bast'ı, müridin güven ve ümit hali olarak tanımlamışlardır. Ancak bast'ta sevgiliye yakınlık düşüncesi, mahzurlu olanın yok olmasının şuuru söz konusudur. Sülemî, Tabakat'ında (ss. 106-124) Hızır (a)'ın sürekli olarak bast halinde olduğunu kaydeder. Sûfiler bast'ı, beka halinin oluşumuna sebep olan şeylerin ilki olarak kabul ederler. Kabz ise, fenanın ilk sebebidir. Kulun kabz'ı, bast'ı miktarıncadır. Diğer bir deyişle, sûfinin havf'ı, recâ'sı kadardır. Lüma sahibi Serrâc'a göre, kabz ve bast iki şerefli hâldir. Allah, kabz halinde; kulunu, yeme, içme, konuşmadan alıkorken, bast halinde; yeme, içme ve konuşmaya sevkeder. Ebu'l-Hasen eş-Şazilî'ye göre (Abdülha-lîm Mahmûd, Ebu'l-Hasen eş-Şazilî, s. 129) bast, nur içinde nur, kabz nur altında zulmettir. Havf ve reca ile kabz ve bast arasındaki fark şudur: Havf ve reca, iyi olsun, kötü olsun, istikbalde vukuu düşünülen bir şeye aittir. Kabz ve bast ise, geleceğe değil içinde bulunduğumuz zaman (hal)'a aittir.
    KABA SOFU: Taassup ve zühd-i bârid (soğuk zühd) vasıflı kimseler hakkında kullanılan bir tâbirdir.
    KABE KAVSEYN: Arapça, ok atılırken yayın elle tutulan odasıyla, sağlı sollu iki ucu arasındaki mesafeyi ifâde eden bir terkiptir. Tasavvuf ıstılahında, vücud dairesinde, ibda', iade, inme (nüzul), yükselme (urûc) failiyyet ve kabiliyyet gibi isimler arasında bulunan, tekabül bakımından esma ve sıfatın isimlerine ait yakınlığı belirtir. Ancak bu kurb (yakınlık)'un zatî değil, sıfatî olduğu da kaydedilir. Bunun üzerinde "ev ednâ" (yahut daha da yakın) makamı vardır. Kabe kavseyn, ittisal denilen temyizin bekasıyla beraber, Hak ile ittihaddan; "Ev ednâ" ise, ayn-ı cem'deki ehadiyyet-i zâtiyyeden ibarettir. Ev ednâ'da temeyyüz ve itibârı olan ikilik, fenâ-i mahz ve tams-ı küllî sebebiyle, abd ve Hak arasından kalkar. Müfessirler, bu kelimeyi Allah'a yakınlık olarak yorumlamışlardır.
    Matlab-ı a'lâ-yı ev ednâ'da cay itsek n'ola
    Tîr-veş itdik makâm-ı kâbe kavseyni güzâr.
    Nadirî
    Bu terim, Necm Suresi'nin dokuzuncu âyetindeki "fekâne kâbe kavseyni ev ednâ" (İki yay kadar, yahut daha yakın oldu) ifadelerinden alınmıştır.
    KABİH: Arapça, çirkin manasına gelen bir kelime. Dünyada yerilmeyi, âhirette cezayı gerektiren şeye denir.
    KABİL:Arapça, kabul eden manasını ihtiva eder. Tasavvufî olarak, fail olan Hak'tan vücûd feyzini ve onun fiili olan daimî tecellîyi kabul etmesi bakımından, a'yân-ı sâbite'ye "kabil" denir.
    KABZU'D-DÂHİL: Arapça, giren kabz demektir. Kum falına bakanlara göre, özel şekli olan bir işarettir.
    KABZU'L-HÂRİC: Çıkan kabz mânâsına gelir. Bunun özel şekli de, şu şekildedir:
    KADEM: Arapça, ayak anlamına gelir. Uğur ve meymenet gibi mânâları da vardır. Sûfiler misafirlerini, uğurlarken "hoş geldiniz, kademler getirdiniz, hayırlara karşı; Hak erenler gözcünüz, bekçiniz olsun" diye uğurlarlar. Gelen misafir de kapıda şu sözlerle karşılanır: "Kademlerinize kurban olayım, hoş geldiniz, kademler getirdiniz". Misafir gösterilen yerine oturduktan sonra makam sahibi "aşkolsun" der, ardından misafir, şükür secdesi yapar.
    KADEH: Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı mânâdadır. Manevî hal, cezbe, ruhî zevk, şevk, vecd.
    KADEMEYN: Arapça, iki ayak demektir. Birbirine zıt iki zatî hüküm ki aslında ikisi birdir. Hudûs-kıdem, halkiyyet-hakîkiyyet, adem-vücûd, sonlu-sonsuz, teşbih-tenzîh gibi zıt özelliklere na'leyn (iki ayakkabı) denir. Na'leyn (iki ayakkabı), kademeyn (iki ayakkabının) altındadır.
    KADEMU'S-SIDK: Arapça, doğruluk makamı demektir. Allah'ın salih kullarına vereceğini bildirdiği bir makam. Yunus Suresi'nde (ayet:2) Allah şöyle buyurur: "... İman edenlere, Rableri katında, yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele...". Sıdk, herşeyin hayırlısıdır.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  2. #9
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 9 ::..
    KENDİ ÂLEMİNDE OLMAK : Tasavvufî sulukta, gelip geçici bir hâl. Derviş, manevî kemalât yolunda giderken, geçici bir süre, elini eteğini dış dünyadan çeker, kendi iç âlemi ve oradaki zevk ile meşgul olur.

    KENDİNDEN GEÇMEK : Yaklaşık olarak gaybet, gaşyet, fena gibi hallerin Türkçe ifadesidir. Bu hallerin zıddı sahv, beka ve huzurdur. Kendinden geçenin, dış dünya ile ilgisi kaybolduğu gibi, kendisi ile olan irtibatını da kaybeder. Kendi şuurunda olmamak, kendinden geçmek ifadesiyle açıklanabilir.

    KENDİNİ BİLMEK : Kendini bilen Rabbini bilir, ilkesi tasavvufun ana kurallarından biri durumundadır. Bu sözün çok çeşitli şekillerde yorumu yapılmıştır. Bir tanesi şudur: Kulun kendini yokluk, acizlik, mahviyet, fakr, eksiklikle bilmesi, daha doğrusu bunun şuuruna ermesi, Allah'ın güç, kemal, istiğna sahibi mükemmel bir varlık olduğunu farketmesidir. Diğer bir yorum da, şu şekildedir: Allah kulu yarattığı zaman, ona kendi ruhundan üfürmüştür. Bu ilâhî ruh, bütün insanlarda vardı. Eğer insan, kendinde bulunan bu yönü keşfeder, tanıyabilirse (arafe fiilinin ifâde ettiği mânâda olmak üzere), o derecede, kendisini yaratan Rabbini tanır ve bilir. Her insanda, kendini Allah'a ulaştıracak enfüsî âyetler vardır. Ancak bunu bilmek, keşfetmek gerek.

    İlim ilim bilmektir
    İlim kendin bilmektir
    Sen kendini bilmezsin
    Bu nice okumaktır.
    Yunus Emre

    Bilmek istersen seni
    Can içre ara canı
    Geç canından bul Anı,
    Sen seni bil sen seni.
    Kim bildi ef'âlini
    O bildi sıfatını
    Anda gördü zâtını.
    Bayram özünü bildi
    Bileni anda buldu,
    Bulan ol kendi oldu.
    Sen seni bil sen seni.
    Hacı Bayram Velî

    Tasavvuf erbabı "kendini bilene babasının kanı helal, kendini bilmeyene anasının sütü haram" sözüyle, kendini bilen kişinin çiğ iş yapmayacağını, her şeyinin yerli yerince olacağını bildirmek üzere kullanırlar. Yine, vezinli olarak söylenmiş bu konu ile ilgili şu sözde de, aynı espiri bulunmaktadır: Sen seni bil sen seni, bilmez isen sen seni, patlatırlar enseni.

    KENNÂS: Arapça, süpürücü anlamına gelen bir kelime. Tekkelerde süpürme ve tuvalet temizliğiyle meşgul olanlara bu ad verilirdi. Aynı manada olmak üzere, âbrîzci kelimesi de kullanılırdı.

    KENÛD: Nimete küfreden, asi vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Şeriatta farzları, tarikatta da faziletleri terkedene kenûd denir. Birisi bir şey diler, eğer o dilediği Allah'ın isteğine aykırı olur ise, Allah'la çekişmiş, zıtlaşmış ve Allah'ın nimetinin hakikatini bilmemiş olur. Kâşânî'nin verdiği bu tarif, kulun Allah ile olan münasebetinin negatif tarzda cereyanına işaret etmektedir.

    KENZ-İ MAHFİ: Arapça'da gizli hazine demektir. Mutlak gaybda gizlenmiş bulunan hüviyyet-i ehadiyye yerinde kullanılır. Bu, bilinmesi muhal olan gizlilerin gizlisidir. "Gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim..." kudsî hadisi ile, bu hususa işaret vardır.

    KEPENEK: Türkçe, özellikle çobanların giydiği döğme yünden yapılmış, yağmur, kar, fırtınadan korunmak üzere kullanılan bir giysi. Geniş, kolsuz, yakasız ve önü açık olur. Özellikle Hurufîler kepenek giyerler. Çoban elbisesi olduğu için, onu giyenlerin küçük görülmemesi gerektiğini belirtmek üzere, "kepenek altında er yatar" denmiştir.

    KERAMET: Azizlik, şeref, küp veya desti kapağı, itibar, kerim, cömertlik, gibi anlamları içeren Arapça bir kelime. Peygamberlerden ortaya çıkan olağanüstü olaylara mucize denirken, benzeri, durum veliler için söz konusu olunca, buna da keramet denir. Keramet, kevnî (surî) ve manevî (hakiki) olmak üzere ikiye ayrılır, ilki, hayz-ı rical olarak değerlendirilir, zira bunda, tabiat olaylarındaki deterministik sebeb-sonuç ilişkilerini, yani adetullahı aşan bir durum söz konusudur. Manevî keramet, hakiki keramet olup istikametten ibarettir.
    İlk çeşitten kerametlere düşkün olan mübtedilere, şu öğüt verilir: Su üstünde gidersen saman çöpü olursun, havada uçarsan sinek kesilirsin, bir gönül elde et de adam ol.
    Bazı kimseler, kendi kerametlerini kendileri anlatarak, insanlar üzerinde etkili olmak isterler, böyleleri için "kerameti kendinden menkûl" denir.
    "Keramet, hayz-ı ricaldir", sözü de, keramet göstermenin, erbabınca hoş birşey olmadığını göstermek üzere söylenmiştir. Mevlânâ bu hususda, mürşidin gönüle tasarruf etmesinin daha önemli olduğunu, bir anda Kâ'be'ye gitmenin, buna göre pek fazla bir kıymeti bulunmadığını, kaydeder.

    KERDÛNİYYE: Hızriyye'nin koludur. Ebu Hasen Ali b. Abdillah tarafından kurulmuştur.

    KEREM: Arapça, cömertlik anlamındadır. Maddî veya manevî lütuflar bağışlar veya ihsan manasına kullanılır. Böyle bir lütufa eren sufî, "keremin var olsun" diye şükran ifadesinde bulunur.

    KERRÂİYYE : Ondokuzuncu yüzyılda, Tunus'da kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    KERRÛBİYYUN: Allah'a derece itibariyle yakın olan meleklere "kerrûbiyyûn" denir.

    KESB: Arapça, kazanmak, çalışmak demektir. Tasavvufta tembelliğe yer yoktur. Her sufî, mutlaka bir sanatla uğraşır, alın terinin ürününü yer, helâle rağbet eder, Tufeylî (parazit, asalak) değildir.Seyyid Ali Hemezanî (Keşmir), takke örer, Hacı Bayram çiftçilik yapar, Akşemseddin doktorlukla uğraşır, Ömer Dede Sıkkînî bıçak imal ederdi. Son devir sûfilerinden rahmetli Sami Efendi, babasından kalan yüklü mirası helal-haram endişesiyle almamış, helal kazanca yönelik ticaretle iştigal eden kişilerin, muhasebeciliğini yaparak hayatını sürdürmüştür.

    KESRET: Arapça, çokluk demektir. Vahdetin zıddıdır. Varlıkların varlıklarını kendilerinden bilmek, onları müstakil varlıklarla var görmektir. Mevcudatın varlığını, Allah'tan bilmeye de, vahdet denir. Her varlıkta Allah'ın gücünü görmek, kesrette vahdeti görmek demektir.

    KEŞF: Arapça, açığa çıkarma, örtülü olanı açma, sezme, tahmin etme gibi anlamları olan bir kelime. Keşf bir şeyi örten perdenin kalkması anlamındadır. Mükaşefe, hakikatleri görmek anlamında maddî değil, manevî gözle olur. Basar gözü ile basiret gözü, aynı anlamda değildir. İlkiyle madde, ikincisiyle mana görülür. Kitap ve sünnetle çelişmeyen keşf, haktır. Gerçek mürid, keşf peşinde değil Kur'ân ve Sünnet peşinde koşar. Sûfilere göre, Kitap ve Sünnete uymayan keşifle amel edilmez. Keşf çeşitleri şu şekilde ele alınabilir.

    1. Keşf-i Manevî : Riyazet ve tasfiye sonucu, gaybı örten perdenin kalkip, bilgilerin elde edilmesini sağlayan keşif.

    2. Keşf-i Hissî : Aklî bilgiler ile değil de, bizzat görme ile olan keşiflere, keşf-i hissî denir. Bunun için keşf-i iyanî tabirî de kullanılır. Başkalarının tefekkür dünyasında gezen fikirleri sezme olayına keşf-i zamair, kabirde olanın hâlini sezmeye de keşf-i ahval-i kubur denir. Bir de, rüya türünden hayal ürünü olarak ortaya çıkan ve tabiri gereken keşif vardır ki, buna keşf-i muhayyel denir.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  3. #10
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 10 ::..
    KEŞKÜL: Farsça, bir yemek kabı, tas. Hindistan cevizi kabuğu veya abanoz gibi sert ağaçtan yapılır. Dilenmede kullanılır. Bu yüzden dilenci çanağı da denir. Bu tas, iki ucundan bir zincirle bağlanırdı. Yolculuğa çıkan bazı tarikatlara mensup dervişler,
    bu tası yanlarında taşırlar, yiyecek ihtiyacını başkalarından isteyerek giderirlerdi. İstenen kişi keşkülün içine ekmek, buğday, pirinç vs. gib yiyecekler atardı. Özellikle Asya kökenli bazı tarikatlar, nefsi kırmaya yönelik olmak üzere bu uygulamayı yaptırmışlardır. Mesela Çiştiyye. Keşkül ile dolaşmaya, "Selmane çıkmak" denir.

    Terkeylemiş cihanı gönül yahut etmemiş
    Bâr-ı giran olur mu hiç abdala Keşkülü.
    Mehmed Rakım Paşa

    KEVKEBU'S SUBH: Arapça, sabah yıldızı demektir. Ortaya çıkan ilk tecelliye, Kevkebu's-Subh denir. Nefs-i Küllinin zuhurunu tahakkuk ettiren kişi, "Gece kararınca bir yıldız gördü" (En'am/76) durumundaki Hz. ibrahim gibidir.

    KEVN: Arapça, oluş, olmak anlamında masdar. Birşeyin varlığı veya mevcudatın tümü demektir. Bir şeyin bir şeye dönüşümü yavaş olursa kevn, hızlı olursa hareket denir. Yine, "madde" de suretin husulüne, kevn denmiştir. Hakikat ehline göre, Hak olmak bakımından değil de, âlem olmak bakımından ele alınırsa, âlemin vücuduna "kevn" denir, iki türlü kevn vardır: 1. Kevn-i Latif, 2. Kevn-i Kesif, ilki soyutlar, sıfatlar ve manalardan oluşur. İkincisi, üç boyutlu hissedilen, unsurî kevndir.

    KEVNEYN: Arapça, iki âlem anlamında ikil bir kelime. Dünya ve Ahiret.

    KEVNU'L-FUTUR: Arapça, yaratılanın oluşumu demektir. Taayyünatın ayrışması (temeyyüz) ile, Hakk'ın vahidliği çoğalır. Bu da, zatî ehadiyyetle İlâhî cemiyyetin ayrılmasını gerektirmez.

    KEVN-İ CAMİ: Arapça, toplayan âlem demektir. İnsan-ı Kâmil.

    KEVN Ü BEVN: Arapça, olma ayrılma anlamlarında. Halk içinde Hak ile olmak.

    KEVN Ü FESÂD: Arapça, olma bozulma. İçinde yaşadığımız âlem.

    KEVSER: Arapça, çokluk, çok şey demektir. Cennette Allah'ın nimetlerinden olan bir ırmak. Bu ırmağın suyu baldan tatlı, kardan soğuk, bir içen bir daha susamaz. Cennetin diğer ırmakları Kevser'den çıkmıştır. Pek çok hayr.

    KEYÂLİYYE: Rifaiyye'nin kollarından biri olup, ismail er-Rİ'fai el-Keyalî (ö. VII/XII. y.y.) tarafından kurulmuştur.

    KIBLE: Kabe istikametine kıble denir. Tasavvufta mürşid, sevgili, Hak gibi manaları ifade eder. Avamın kıblesi Ka'be, havasın arş, havvâssu'l-havvassınki ise, kâmil arif kişilerin kalbidir.

    KIDEM: Arapça, ezelîlik, varlığın üzerinden uzun zaman geçme hali, gibi anlamları ihtiva eden bir kelime, Zatî vücûdun hükmünden ibarettir. Zatî vücud, Hak için kıdem ismini ortaya çıkarandır. Zira zatı itibariyle vücûdu olan, adem (yokluk) ile geçilmemiştir. Adem ile geçilmeyenin de, hüküm yönünden kadim olması gerekir. Kadîm, Hakk'ın ilminde, kul için saadet (Cennetlik olma), şekavet (Cehennemlik olma) bakımından sabit olan şeydir.

    KILAVUZ : Yol gösteren, mürşid. Tefsir hocasının önünde oturmadan tefsir. Fıkıh hocasının önünde oturmadan fıkıh. Nahiv hocasının önünde oturmadan nahiv. Tıp hocasının önünde oturmadan tıp, öğrenilemeyeceği gibi, "sürekli Allah huzurunda olma" (ihsan) şuurunun eğitimini verecek bir tasavvuf hocasının önüne oturmadan da, tasavvuf öğrenilmez. Özellikle tasavvuf; kitap ve laf ile değil, "hal arzı", ile öğrenilmesi gerektiği için, roman okur gibi okuma, taklid boyutundan öte bir fayda sağlamaz. Tahkik gerek, tahkik gerek, tahkik gerek...
    Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz: Yol, iz, usûl, metot bilmeyene uymamak gerek, zira hedefe ulaştıramaz. Yaklaşık bu manada olmak üzere, şu atasözleri de kullanılır: "kılavuzsuz Kabe'ye bile varılmaz", "kılavuzsuz menzil (yol) alınmaz", "Kuş bile kılavuzsuz olmaz".

    Hacca vardım der isen
    Kande vardın hacca sen
    Kılavuzsuz kuş uçmaz
    Bunca dağ u dereden.
    Kaygusuz Abdal

    KILDAN İNCE KILIÇTAN KESKİN : Allah'a giden yol, çok ince dengeler üzerinde kurulmuştur. Bu dengelerin korunmasındaki zorluğu anlatmak üzere "kıldan ince, kılıçtan keskin" denmiştir.

    KILICÎ TÂC: Buna, "Külâh-ı Seyfî" denir. Mevlevi sikkelerinden birinin adı.

    KIRDINSA YAP, DÖKTÜNSE DOLDUR: Başkalarını kırmadan bir hayat sürdürmek, güzeldir. Yıkıcı olmamak, yapıcı rol üstlenmek, kırık kalpleri tamir etmek gerek. Zira Allah, "kalbi kırıklar"ın yanındadır.

    KIRK, KIRKLAR : Tasavvufî gelenekte kırk sayısının bir özelliği vardır. Bu da, Hz. Musa (a)'nın Tur Dağı'nda, Allah ile olan kırk günlük münâcâtıyla temelini bulur. Hiyerarşik veliler zümresinde, kırklar da, dünyanın hükümranlığına iştirak ederler.Kırk ile ilgili bazı atasözleri ve deyişler şunlardır:
    Kırk dükkan süprüntüsü : Eski istanbul'da çocuklar, kırk dükkandan süprüntü toplarlar, bunları çörek oluyla karıştırıp ateşe atarak tütsü yaparlar, bunun nazara iyi geldiğine inanırlardı.
    Olgunluk yaşı olarak kırk görülür. Hz. Peygamber (s) Efendimize bile, peygamberlik kırk yaşında gelmiştir. Bunun için kullanılan atasözleri ve deyişler şöyledir: "Kırkına gelmek", "kırkını aşmak", "kırkına varmak", "kırkına vardı, hâlâ adam olmadı", "kırkını aştı, hâlâ uslanmadı", Bir sözün tutulması "kırk kere söyledim", "kırk yıldır söylerim" gibi deyişlerle anlatılır. Kırklamak: Dünyaya yeni gelmiş bir çocuğun, hamamda, anasıyla beraber yıkanmasına kırklamak denir. Tasın suyla, kırk kere besmele okunarak doldurulup dökülmesiyle, kırklama geleneği yerine getirilmiş olur. Bu banyo, hamamda, törenle, eş-dost beraberliğinde yapıldığı için "kırk hamamı" diye de anılır.
    Biri uzun süre ortada görülmezse, "kırklara karıştı" denilir. Bir şeyin eski oluşu, "kırk yıllık" deyişiyle anlatılmak istenir. Olgunluk geldiği halde, çiğ davranış sergileyenlere, "kırkından sonra azanı, teneşir paklar" denir. Hüküm sona göredir, bunun için "kırk gün günahkar bir gün tevbekâr" denmiştir, "kırk derviş bir sofrada yemek yer, iki padişah bir ülkeye sığmaz" atasözü, dervişlerde paylaşım, işar ve katılım, saltanatta ise bencillik hastalığının bulunduğunu ifade eder.

    KIRK BUDAK : Bektaşî tâbiridir. Hacı Bektaş tekkesinde bulunan kırk kollu bronzdan mamul şamdana, kırk budak adı verilir. Nevruz ve On Muharrem akşamlarında olmak üzere, senede iki defa yakılır. Erenler meydanında bulunur.

    KIRKLAR MEYDANI : Hacı Bektaş'taki merkezi tekkede, iki parmaklık içinde bulunan yere, kırklar meydanı denir. Sağdaki parmaklık boyunca, çok sayıda şamdan, dizili olarak bulunurdu. Bu şamdanların ortasında, kırk budak adı verilen şamdan yer alırdı.

    KIRKLAR ŞERBETİ : Bektaşîlikte, "Nasib Gecesi" içilen şerbete "Kırklar Şerbeti denir. Beyaz bir kase içinde hazırlanan şerbetten önce, baba bir yudum içer, ardından diğer canlar kıdem sırasına göre bu işi devam ettirirlerdi. Bu şerbet, cennetteki Kevser'in timsali olarak görülürdü.

    KIRK MAKAM : Bektaşîler, erenler meydanı için, makam tâbirini de kullanırlardı.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  4. #11
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 11 ::..
    KIŞR: Arapça, kabuk anlamına gelir, zahir anlamında da kullanılır, bâtın (öz, iç)'ı fesada uğramaktan korur. Şeriatın zahiri gerçekleştirilemezse öz çürür. Özün sıhhati, zahirî şeriatın sağlamca ve takva boyutunda yaşanmasına bağlıdır. Gazali, bu benzetmeyi imanın üç tavrını sergilemek için yapar: Cevizin en dışında yeşil kabuğu bulunur, ki bu, münafığın imanına benzer, taklidçi avamın inancı cevizin kabuğu gibidir. Seçkinlerin imanı içteki cevizi andırır. Dışa kışr denirken içe, öze, lübb adı verilmiştir. Ceviz, kabuğu ile uzun yıllar dayanır, toprağa ekilince de yeni ceviz ağacı meydana gelir. Kabuğu olmayan iç ceviz, uzun yıllar dayanamadığı gibi, toprağa ekilince de, yeni bir ceviz ağacı meydana getiremez, içi olmayan boş ceviz kabuğu da, tıpkı bu şekilde semeresiz durumdadır.

    KIYAM: Arapça, ayağa kalkmak anlamındadır. Fenâ'dan sonraki beka'da istikamet haline, kıyam denir. Kulun tedbirini Allah'a havale etmesi, şeriat ve tarikat hükümlerini yerine getirmek üzere harekete geçmesi.

    KIYAM Bİ'LLAH: Arapça, Allah'la kıyam etmek demektir. Bütün menzilleri aştıktan sonra, ulaşılan Beka Billah'ta, istikameti, İslam'ın zahirî ve batinî emir, nehiy ve edeblerini korumak.

    KIYAMET: Arapça, âlemin sona ermesi ve yeniden dirilmek. Kaşanî, ölümden sonra ebedî hayata kavuşmak üzere, yeniden dirilmeyi kıyamet olarak tanımlar.
    Kıyamet üç türlüdür. 1- Tabii ölümden sonra, kulun, dünyadaki durumuna göre, ulvi veya süflî bir berzah yaşantısına geçmesi. Hz. Peygamber (s), "nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz de öyle diriltilirsiniz" demiştir. Buna küçük kıyamet denir. 2- İradi ölümden sonra, ebedî-kalbî hayatı yaşamak üzere, kudsi âlemde dirilmek, "iradi olarak öl ki, tabiatla diri kalasın" denmiştir.

    KIYAM Lİ'LLAH: Arapça, Allah rızası için bir şeye teşebbüs etmek, gaflet uykusundan uyanık olmak ve seyr-i ilallah'da gaflet halinden sıyrılmak demektir.

    KIZILDELİ : Bektaşîler, Kızıldeli'yi, Balım Sultan'ın mürşidi sayarlar. Onbeşinci yüzyılda yaşayan Seyyid Ali Sultan'a da, Kızıl Deli denir. Bektaşîler şarabı, Kızıl Deli diye anarlar.

    KIZIL EŞİK : Bektaşî tâbiri. Meydan'da, Hazreti Pîr Postu'nun yanında yer alan bir makamdı. Buna "Mürüvvet Taşı" veya "Niyaz Taşı" da denirdi.

    KİBİR: Arapça, büyüklerime demektir. Yerilen nefis hastalıklarındandır. "Haksız yere yeryüzünde büyüklük taslayanları, âyetlerimden çevireceğim" (Araf/146) âyeti kerimesi ile, Allah kibirlileri yerer. Kibirli, kendini herkesten üstün görür, başkasını beğenmez, herkesi eleştirir. Mukabili tevazu ise; kulun kendini Allah'ın güç ve kudreti önünde değersiz görmesidir. Tevazu beş şeyde olur: 1-Söz 2-İş 3-Kılık, Kıyafet, 4-Ev, 5-Ev eşyası. Kulun olgun olduğunun belirtisi, tevazu sahibi olmasıdır.
    Bir gün Hz. Hüseyn (r) yoldan geçerken ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastlar. Fakirler "Ey Allah'ın kulu! Haydi, yiyecek, buyur gel" diye davet ederler. Hz. Hüseyin (r) kibirlileri asla sevmezdi, ve kendi de kibirli değildi, hemen atından indi, onlarla beraber oturup ekmek kırıntısı yedi; yemek bitince, "Ben sizin davetinize uydum, haydi şimdi de, ben sizi davet ediyorum, buyrun bizim eve!" der. Hep beraber, Hz. Hüseyin (r)'in evine varırlar. Cariye, gelen fakirlere, evde yiyecek olarak ne varsa önlerine ko***** güzel bir sofra hazırlar. Hep beraber oturur, yerler. Başkalarını beğenmemek duygusu, kişinin kibir denen hastalığından kaynaklandığı gibi, eleştirme yönü gelişmiş kimseler de, kibirden uzak değildir. Allah şu kişileri çok sever: Muttakiler (Allah'tan korkan ve bunu fiilleriyle gösterenler) takvalı gençler, cömertler, fakirliğine rağmen cömertliği sevenler, alçak gönüllüler, zengin olmasına rağmen alçak gönüllü olanlar.

    KİBİRLİNİN HASMI ALLAHTIR : "Büyüklük benim ridam (hırkam) dır. Onu kendimden başkası için kabul etmem", kudsi hadisinde işaret olunan bu incelik, kulun, Allah karşısında zelîl ve bî-çare halde bulunduğunu anlatır. Büyüklük Allah'a mahsustur. Bu nedenle büyüklenme, tasavvufî açıdan, bir çeşit Fir'avn gibi, ilahlık ilan etme olarak görülmüş ve bir tür şirke benzetilmiştir.

    KİBRİT-İ AHMER: Arapça-Farsça olan bir terkib. Kırmızı kibrit anlamına gelir. Marifetullaha vukûfiyet ve onun gerektirdiği gibi yaşama. Marifet, kibrit-i ahmer gibi, ele zor geçen kıymetli bir nimettir. Şeyhler de, kibrit-i ahmer olarak görülür.

    KİLER EVİ : Bektaşî tâbiridir. Merkezi tekkedeki odalardan biri. Yiyecek maddeleri burada korunurdu. Kiler Evi'nin görevli bir babası bulunurdu.

    KİMDE NE VAR BİLİNMEZ : İnsanların kalbinde olanı, sadece Allah bilir. Kimse kimsenin ne olduğunu, tam anlamıyla takdir edemez. Bu sebeple, hiç kimseyi küçük görmemek gerek.
    Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu Yunus Emre
    Bir sinek gibi, dış görünüşte aciz ve miskin görülen kişi, kartal gibi kuvvetli görünen kişiden üstün olabilir. El elden üstündür.

    KİMSEYE EYVALLAH ETMEZ : Kendine yeten kişiler için kullanılır. Bu tipler kimseden korkmaz, kimseden bir şey istemez, hiç kimseyi de dinlemez. Böylelerine özgürler (ahrâr) denir.

    KİMYA: Elde bulunanla yetinmek, elde olmayana arzu duymayı terketmek demektir. Üç türlü kimya vardır: 1- Avamın kimyası: Bakî uhrevî metâı, fanî dünyevî olanla değiştirmek, 2-Havassın kimyası: Yaratanı tercih etmek suretiyle kalbin yaratılandan kurtulması: 3- Saadet kimyası: Rezil ahlakı terkeden nefsin, faziletleri elde edip bunlarla süslenmesine, saadet kimyası denir.

    KİRİŞME: Farsça, gamze, naz, işve demektir. Celâl tecellisi.

    KİRMÂNİYYE: Seyyid Celâleddin Buharî'nin, Ebu Said Züfer b. Mahmûd b. Muhammed el-Kirmânî'ye nisbetle kurduğu bir tasavvuf okulu olup Hızriyye'nin kollarından biridir.

    KİTAB: Kendisinde adem (yokluk) bulunmayan mutlak varlık. Kaza ve kader.

    KİTAB-I MÜBÎN: Arapça, manası açık kitap demektir. Levh-i Mahfuz. Kur'an-ı Kerim'de bu hususa işaret eden ayet şudur:" Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın..." (En'âm/59)

    KOL : Bir tarikatın, kuruluşunu takip eden zaman süresi içinde bir takım dallara ayrıldığı görülmüştür. Ana gövdeden dallaşan bu yeni teşekküllere kol adı verilir. Eğer bu kollar da, dallanır, ortaya yeni kollar çıkarsa, ilk kollara anakol denir. Kollar, usûlde, yapılan ictihadlardan doğar.

    KOL AÇMAK : Mevlevî terimidir. Mevlevî dervişleri sema ederken, sağ el yukarı, sol el aşağı gelmek üzere, kollarını açarlar. Buna kol açmak denir. Hak'tan aldığımızı halka veririz, demektir.

    KONEVİYYE: Sadreddin Konevî (ö. 1273), tarafından kurulan bu tasavvuf okulu, Hâtimiyye'den mülhemdir.

    KORK, ALLAHTAN KORKMAYANDAN : Allah korkusu, insanın kendi vicdanından kaynaklanır. Bu duygu, insanı kötü iş yapmaktan alıkor. Eğer bir insanda bu duygu erozyona uğramışsa, artık ondan her kötülük beklenebilir. Böylelerinden sakınmak lâzımdır.

    KÖÇEK-KÛÇEK: Farsça, küçük demektir. Sema eden genç delikanlılara kûçek (veya köçek) denir.
    Mevlevîler köçeği ol sanemâ giy külehi.
    Def ü nây ile sema eyle salın gâhgehi.
    Şahidi.
    Şeyhin hizmetindeki dervişe, küçek denir. Böyle bir derviş, bir başka yerde anlatılırken "falan şeyhin küçeği" diye anılır. Kıdemsiz dervişlere de, küçek denir
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  5. #12
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 12 ::..
    KUBÂBUL-AKTÂB: Arapça, kutupların kubbeleri demektir. Mevlevî deyimidir. Konya mevlevihanesinde, Mevlevî kutublarından sultânu'l-ulema ve onun neslinden gelen (çelebi) yedi velinin mezarının bulunduğu kubbenin altına, kubâbu'l-aktab denir.

    KUBUR: Arapça, kabirler demektir. Halk, türbelerdeki sandukalara kubur adı verir.

    KUDDİSE SİRRUH: Arapça bir dua cümleciği: Allah sırrını kutsal kılsın. Allah dostları için kullanılır. Allah dostunun kalbi, manevî âlemin gizlilik (sır) leriyle doludur. Üç boyutlu âlemden şuuri sıçrayışla, âlemîn denilen farklı boyutlardaki âlemlere yücelmiş veliler, hakikatin farklı yönlerden görüntüsüyle karşılaşırlar. Bunları, üç boyutlu deterministik karakterli şu âlemde sıkışmış, aklı yücelmemiş, ham ruh anlamaz. Bu yüzden, kalp denilen mezarda gizli kalması gerekir. Gizli kalmasını göstermek üzere, böylesi boyutlarda elde edilen mâ'rifetlerin veya bunların bir kısmı, sır olarak adlandırılmıştır. Sır, ser'i gerektirir. Yani kelle gider, sır verilmez. Verilirse, anlamayan dar kalıplarda boğulmuş kimseler tarafından yerilirler, işte velinin, Kur'an'dan ibaret olan sırrını, öbür dünyaya ***ürmesi gerekir. Bu meta'ın müşterisi azdır. İşte bu tür, kul ile Allah arasındaki özel oluşumlar mahremdir. Başkası ortak edilmez, kutsaldır. Allah, sırrın kutsallığını, gizlendikçe artırır.

    KUDDÛS: Arapça, noksanlıktan münezzeh, çok temiz olan demektir. Çok mukaddes, her şeyden münezzeh, her vasıf (özellik) ta mükemmel, tanıma tasvire sığmaz, hiç bir leke kabul etmez, tertemiz, pak, öyle ki her selâm ve selâmetin menba ve masdarı, kendisi ayıptan, kusurdan, eksiklikten, fena ve zevalden, muhataradan salim olduğu gibi, selâmet arıyanları selamete erdirecek olan da o...

    KUDRET: Arapça, güç, kuvvet demektir. Allah'tan başkasında bulunmayan zatî kuvvet. Bunun fonksiyonu, malûmatı, ilmi gereğe uygun olarak, gözle görülür âlemde ortaya çıkarmaktır. Bu âlem, tecellinin ortaya çıktığı yerdir. Yani bu âlem, adem (yokluk) den varlığa çıkan Allah'a ait bilginin a'yânının zuhur ettiği yerdir. Kudret; mevcudatı, ademden ortaya çıkaran kuvvettir. Bu da, rubûbiyyetin kendiyle zuhur ettiği nefsî bir sıfattır. Bizdeki kudret hadis, Allah'taki ise kadîmdir. Asıl olan kudret, Kadîm olan Allah'ın kudretidir.

    KUDRET-İ KÜLLİYYE: Arapça, küllî kuvvet, güç demektir. Herşeyi yapmaya güç yetiren Allah'ın kudretine, "kudret-i külliyye" denir.

    KUDS, KUDSİYYET: Arapça olan bu kelime, kutsallık yani temiz olmak anlamındadır. Velilerin ilâhî yönü.

    KUDÜM: Tekke musikisi enstrümanlarından biri de, kudûm'dür. Gövdesi bakır veya pirinçten yapılmış olup, yanyana iki tane birden olarak kullanılır. Kudüm çanağı, eskiden dut ağacından yapılırmış. Birisinin üzerine deve, diğerininkine de merkep derisi gerilir. Zahve denilen, kemikten yapılmış, uçları yuvarlak iki değnekle, bu enstrümana yavaş yavaş vurularak usûl tutulur. Mevleviler arasında yaygın olarak kullanılır. Bununla ilgili olarak bir anekdot anlatılır. Anekdot, Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhi Osman Selâhaddin Efendi'ye aittir. Yenikapı Mevlevîhanesi'nin yakınındaki bir köşkte, düğün münâsebetiyle hazır bulunan müzik ekibinin çifte nâra (kudüm'e benzer) sı patlar. Çalan çingene, o civardaki mevlevîhanede bunu bulacağını düşünerek, oraya koşar. Kudumzenbaşı'dan kudüm ister. Ancak bu yaman çalgıcının isterken, "kudûm-i şerif" demeyip "çifte nâra" deyişi de canını sıkar. Ona "çifte nâra demezler, kudûm-i şerif derler" karşılığını vererek, kapıdan koğar. Sonra gidip, durumu şeyhe şikâyet eder. Rind bir zat olan Osman Selâhaddin Efendi, "neşelerini kaçırmayaydın, vereydin" deyince kudûmzenbaşı "ama efendim kudûm-ı şerife, bu çingene çifte na'ra diyor" diye mukabele eder. Şeyh Efendi de şu karşılığı verir: "Zararı yok, o, çingene eline düşerse çifte nâra, tekkeye gelirse yine kudûm-ı şerif olur"

    Gel dergeh-i munlâya da bak gör ne safa var,
    Her bir elem-i mühlike bin derd-i deva var.
    Efsâne-i zühhâd gibi zerk u riya yok
    Avâz-ı kudüm u ney ü tanbur-ı neva var.
    Hüseyn Fahreddin Dede

    KUDÛRET: Arapça, bulanıklık demektir. Mukabili safvettir. Safvet yakınlık, kudûret uzaklık sayılır.

    KÛH: Farsça, dağ demektir. Hz. Musa'nın tecellilere mazhar olduğu dağa "Kûh-i Tür" denir. Fena makamı. Tek renkli olma makamına da Kûh-ı Kâf adı verilir. Kûh-i Hestî ise, varlık dağıdır, benliktir.

    KUL : Türkçe, köle anlamına gelir, "insan ve cinleri, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat/56) insan kullukta ilerledikçe, özgürlükte de ilerler. Zira, insan, ya nefsinin isteklerine, ya da Allah'ın isteklerine kulluk yapar. İnsanın nefsi, özü, mahiyeti veya aslı değildir. İnsanın aslı Allah'tandır. Aslına dönen özgür olur, huzur bulur. Aslından uzaklaşan yabancılaşma, huzursuzluk ve özgürsüzlük gibi çıkmazlarla yüz yüzedir, islâm'ın tevhîd dini oluşu, her şeyde Allah'ı görme, bulma O'na itaat etme, O'nun dışmdakilerden uzaklaşmadır. Konuyla ilgili bazı atasözleri ve deyimler, şu şekildedir: "Kulluk kemerini bağlamak": Tarikata girmek, Allah'a ciddi ciddi kulluk yapmaya yönelmek anlamınadır. "Kulu kurbanı olmak": Birini çok sevdiğini belirtmek için kullanılır. "Bende olmak" maneviyat yolunda, Allah'a vâsıl edici kâmil bir şeyhe bağlanmak, demektir. Bu konuda bir şiirde şöyle denir:

    Bilmek istersen eğer meslek-i dervişânı
    Sevenin bendesiyiz, sevmeyenin sultanı.

    Allah'la kul arasında girilmez: "Cenneti parayla vermezler, ne verirlerse bahaneyle verirler", atasözüyle irtibattandırılarak anlatılır.
    "Kulun nesi varsa, sahibinindir": Köle, sahibinin malı olduğu gibi, kölenin sahip olduğu şeyler de sahibinindir. Kulun tasavvufî bir hal veya makam olarak kendinde varlık görmemesi gerekir. Yokluk, çok kıymetli bir hazinedir. Hacı Bayram Camii'nin Mevlevî meşreb rahmetli imamı Zekai Sarsılmaz, Hocaefendi mazannadan idi. Dağıtmayı çok severdi. Para cüzdanında "hiç" ... yazardı. Bunun için "ne buldularsa kullukta buldular", "Kul olmayan, sultan olamaz" demişlerdir. Allah'a itaati tam yapana, cümle mahlukât itaat (teshîr) eder.
    Mecazî, maddî, geçici nesnelere sevgi besleyenler, "Kula kul oldum, ama kurtarınız" diye insanlardan yardım isterler.
    "Kul sıkılmayınca, Hızır yetişmez": Allah darda kalana, eğer dilerse, Hızır (a) üzerinden yardım gönderir. Yardım Hızır'dan değil Allah'tandır. "Kul kusursuz olmaz, arpa samanıyla, kömür dumanıyla": Allah'tan gayri her varlığın, mutlaka noksan bir tarafı vardır. İnsanları veya eşyayı ele alırken bu yönü unutmamak gerek. "Hak, kulundan intikamın, gene kul ile alır. ilm-i ledünnü, bilmeyen bunu kul etti sanır": Allah kuluna belâyı, yine bir başka kulunu araya ko***** onun vasıtasıyla gönderir.

    KUMARHANE : Sevgili uğruna başını ortaya koymak. Sâlik kendini bütün varlığı ile fena kumarhanesine vermezse, mutlak mânâda fânî olamaz.

    KUR'ÂN: Allah (c) tarafından, Peygamber Efendimize (s) gönderilen son ilâhî kitap. Bütün sıfatların kendinde kaybolduğu ilâhî zat, cem ve icmal makamı, Hz. Peygamber (s), insan-ı kâmil.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  6. #13
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 13 ::..
    KURB: Arapça, yakınlık anlamındadır. Kelime ezelde, yani ruhlar âleminde, Allah ile kul arasında geçen ahde uymayı ifade eden, bir tabirdir. Kulun Hakk'a yakın olması, müşahede ve mûkâşefe iledir. Allah'tan gayrisiyle de Allah'tan uzak olur. Kurb hakkında, kalb yoluyla sevilene duyulan yakınlıktır, denmiştir. İki türlü kurb vardır. 1- Nafilelerle olan kurb: Beşerî sıfatların sona erişi, ve beşer üzerinde Allah'ın sıfatlarının zuhuru. Bu durumda beşer, uzaktakileri duyar ve görür hâle gelir. Buna, beşerî sıfatların, Allah'ın sıfatlarında fani olması da denir. İşte bu, nafileler ile elde edilen kurbdur. 2- Farzlarla olan kurb: Kulun, nefsi de dahil olmak üzere, her şeyin şuurundan tamamen fâni olmasıdır. Artık onun nazarında, Hakk'ın vücûdundan gayri, hiçbir şey kalmaz. Bu, farzların semeresi olarak ortaya çıkan fena halidir. Özet olarak ifade etmek gerekirse; kurb, Allah'a itaat ve kullukla elde edilir. Kurbün mukabiline, bû'd (uzaklık) denir. İbn Arabî, bu ikisi hakkında şu tanımı yapar: Bû'd, kulun muhalefet (Allah'a karşı çıkma) lerde ikâmet etmesi; kurb, Kabe kavseynin hakikatma da denir.
    Senin lütf-i vâlânı gözler ümidim
    Senin kurb-ı âlânı özler hayalim.
    Muallim Naci

    KURBAN: Arapça, yaklaşmayı ifade eder. Şer'an malum özellikleri taşıyan bir hayvan (deve, sığır, koyun, keçi)'ın, ibadet amacıyla kesilmesi. Tasavvufta, dış âlemdeki hayvan kurban etmek, kulun iç alemindeki hayvani yönlerinin Allah rızası için kurban edilmesi yani öldürülmesi manasına gelir.

    KURBET: Arapça, yakın olmak demektir. Velinin sıfatları konusunda, Hakk'ın yerleşmesine (temekkün) yakınlık makamına ermesidir. Filan âlimin filâna yakın olması, ilim ve marifet konusundadır, işte kurbet de, bu şekildedir. Kurbet, Hakk'ın zuhurunun yakınlaşmasıyla kulda sıfat ve isimlerin çeşitlenmesidir, denir.

    KURB-I MESAFE: Arapça, mesafenin yakın olması demektir. Ezelde, Allah ile kul arasında cereyan eden ahde vefa olayına, "kurb-ı mesafe" denir.

    KUSÛD: Arapça, gayeler, kasıtlar demektir. Allah'a yönelen sadık niyet ve iradelere kusûd denir. Kim kusudunda, Hak'dan gayriye yönelirse, Hakk'ı küçük ve değersiz görmesi artar.

    KUSÛDİYYE: Mutasavvıflar üçe ayrılır: 1-Kusûdiyye, 2- Şuhûdiyye, 3- Vücûdiyye. Kusûdiyye; sûfinin kendi kasıt, irade ve gayesini Allah'ın kasıt ve iradesinde eritmesi, yok etmesidir. Buna "fena fi'l-kusûd" denir.

    KUŞEYRİYYE: Ebu'l-Kâsım Abdûlkerim Kuşeyrî (ö. 465/1 072)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.

    KUŞTE-İ TÎĞ-İ CELÂL: Farsça, celal kılıcının öldürdüğü kişi demektir. Bunlar, şehid-i aşk kurbanlarıdır. Allah bunları, canları karşılığında cemalini görme nimetine erdirir.

    KÜT: Arapça, gıda demektir. Manevî gıda, ruhun gıdası, olup, Mevla'ya âşık olanın gıdası, ezelî varlığın güzelliğini seyretmektir. Dinî musiki, semâ.

    KUTB: Arapça, değirmen taşının miline denir. Büyük değirmen taşı, milin (kutbun) etrafında döndüğü gibi, kainat denen bu kozmoz da idare bakımından kutbun etrafında döner. Bu yönüyle kutub, manevî derecesi büyük, veli bir kuldur ve âlemin ruhu olarak değerlendirilir. Allah, emaneti, varlıklar içinde, sadece insana vermiş ve buna bağlı olarak, cümle kainatı da onun emr'ine boyun eğdirmiş (teshir etmiş, müsahhar kılmış) tır. Emanet kimdeyse, varlıklar ona boyun eğer. Emaneti tahakkuk ettirebilen, yani onu kuvveden fiile çıkarabilen en mükemmel veli, kendindeki bu özellikle, bütün bir kainatın üzerinde, onun mahkûmu değil hâkimi gibidir. Kutb olabilme özelliği, herkeste bilkuvve vardır. Ama bunu gerçekleştirebilmek çok az kişiye, çok uzun zamanda nasib olduğu gibi, kısa zaman içinde de nasib olur. Kutb, Allah'ın izniyle hareket eder, kendi kafasına göre değil. Mutlak bağımsız yetki ve güç, sadece Allah'ındır. Kutub da, Hz. Muhammed (s) gibi bir kuldur, Allah değildir. Emr âleminden halk alemine doğru meydana gelen tenezzül olayları, kutb üzerinden cereyan ederek vuku bulur, ilâhî program çerçevesini aşmadan, olaylarda bir tür tedbir (yönetme) ile etkinliğe sahip bulunduğu için, keyfe ma yeşâ (dilediği gibi) davranamaz. Allah'ın dileğinin dışında hareket edemezler. Kutub konusunda, bu "tenezzül-i emr" meselesini kavrayamayanlar, "madem kutublar bu özelliğe sahip, kuvvetli kutuplarımız çok, gitsinler Kıbrıs'ta, Bosna'da savaşıp, oradaki savaşları lehimize çevirsinler" demekte ve bu sözleriyle, Kutb'un tasavvuf erbabınca "Allah" olarak algılandığını zannetmek hatasına düşmektedirler. Bir şeyh, Muhammed Esâd Erbili Hazretlerine "efendim siz kutub imişsiniz?" deyince aralarında şu konuşma geçer: "Evladım bu ümmetin en büyüğü kim?" "Hz. Ebû Bekir'dir, Efendim", "Söyle bakalım onun son nefeste imanla ölme garantisi var mıydı?" "Hayır efendim yoktu", "Bu ümmetin en büyüğünün son nefes garantisi yok iken, bizim gibi kimselerin hâli n'ola? Fakirin derdi, acaba son nefeste imanlı mı gideceğim, imansız mı? Ben bu endişe içindeyim. Kaldı ki bizim kutubluğumuz, sizin hüsn-i zannınızdan başka bir şey değildir."
    Kısaca kutub, tasarruf sahibidir. Ve o, bu tasarrufu kader-i ilâhî programının dışında, Allah'ın irâdesine rağmen kullanamaz, Kutbü'l-Aktâb, Kutbü'l-Ekber, Kutbü'l-İrşâd en büyük veliye verilen isimler olup, halkı Hakk'a ***ürmekle görevlidirler. Cisimler âlemine, Kutb-i Şimalî, melekler âlemine de Kutb-ı Cenubî denir. Kutb-ı vahdet: Maşuk, Allah'ın aşık olduğu veli. iki türlü kutub vardır: 1-Kutbü'l-irşad: Buna, Kutbiyyet-i Kübra denir. Mertebesi, Nübüvvetin bâtınıdır. 2- Kutbü'l-Aktâb ve Kutbü'l-vücûd: Bu hâtemü'l-evliya olup, derecesi bâtın-ı hâtem-i nübüvvettir. Kutubun varlığı, fakihlerce sabit görülmemiştir.

    Avalim çün merâyâ-yı kemalât-ı İlâhîdir.
    Kutubdur, cümleyi cami ki zât-ı Hakk'a surettir.
    Eğer bir kimse kutb-i vakti bulmayub vefat etse
    Muhakkak bil anı kim meyte-i vakt-i cehalettir.
    Bu kutbiyyet emânettir ki, birden bire nakleyler
    Acebdir, iktisâb olmaz ezelden bir inâyetdir.
    Rida vü hırka vü tâc teksir-i ibâdâtı
    Delil olmaz kemâl-i zâte bunlar hüsn-i sûretdir.
    Nişan-ı kutb-i vakti dilde bil sual etme
    Eğer makbul olursan, rehberin candan muhabbetdir.
    Lâlizâde Abdûlbâki

    KUTB-I NÂYİ : Mevlevi deyimi, Mevlânâ zamanında neyzenlik yapan, Hamza Dede'ye, Kutb-ı Nâyî denir. Manası, ney çalanların kutbu, başı demektir.

    KUTTÂ-I TARİK: Arapça, yol kesen demektir. Kulun Allah'a ulaşmasına engel olan her şey, kutta-ı tarik'tir. Sahte şeyhlere de, kutta-ı tarik denir.

    KUZULUK : Mevlevî tabiridir. Yemekhane duvarlarındaki hücrelere kuzuluk denir. Burada, su tası, peşkir gibi, sofra takımları muhafaza edilirdi.

    KÜBREVİYYE: Cüneydiyye'den etkilenerek Şeyh Necmeddin Kübra (ö. 618/1221) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu..

    KÜL: Arapça, bütün, her anlamındadır. Elif lamlı olarak (el-Kullü), bütün isimleri toplayan İlâhî birlik (vâhidiyyet) hazreti
    itibariyle, Hakk'ın ismidir. Bundan d
    olayı "bizatihi tek, isim ve sıfatlar ile Kül" de denir.
    KÜLAH: Farsça, başlık demektir. Tepesi konik gibi sivri şeylere de, külah dendiği için, minarelerin en üst kısmına "minare külahı" denmiştir. Mevlevîlerin giydiği sikkeye, "Külâh-ı Mevlevi" denir. Biri, bir zor işi yapamaz veya yapmaktan usanırsa "al külahını eyvallahı içinde" der. (Bkz. Eyvallah). İçi dışına uymayan, çifte kişilik ve davranış manzarası gösteren kişilere, "gündüz külahlı, gece silahlı" denir. Anlamsız konuşanlara da "sen onu külahıma anlat" veya "sen onu kavuğuma anlat" denir. Elinden bir işi, şeyi veya imkanı kaçıran kişi "kelle sağ olsun, cihanda bir külah eksik değil"der. İstiva, denilen, yeşil şeritten dikilmiş Mevlevi sikkesine "Külâh-ı istivâdâr" denilir. Mevlevi sikkelerinin bir çeşidine de, "Külâh-ı Seyfî" adı verilir. "Külah etmek": Aldatmak.

    KÜMEYLİYYE: Sahabe-i Kiram'dan Kümeyi b. Ziyad (ö. 82/701 )'a dayandırılan bir tasavvuf okulu.

    KÜN: Arapça, "ol" demektir. Ferganî şöyle der. "Hiçbir hatra ve hareket yoktur ki, emirle meydana gelmiş olmasın. Bu da "kün" (ol!) emridir. Emr ile halk O'nundur, halk ile emr de O'nundur. "Bir şeyi murad ettiğinde, O'nun işi, ol (kün) demektir, (o da) hemen oluverir" (Yasin/86)

    KÜNH: Bkz. Mahiyet.

    KÜRE: Bektaşî tâbiridir. Meydandaki ocağa, küre adı verilirdi. Küre, diğer makamlar gibi bir makamdı. Burada da niyaz olunurdu. Yeni tâlib, rehberinin delaletiyle buraya geldiğinde, rehber bu makamı şöyle tarif ederdi: "Buna küre derler. Bunda çiğ olan nesneler pişip, Hakk'm inayet eylediği nimet bunda tabh olunup (pişirilip), Allah'ın dostları intifalanub (faydalanıp) şükrün ederler. Cümle nâsın faydalandığı mahaldir."

    KURSİ: Arapça, kürsü, masa demektir. Fiili sıfatların cümlesinin tecellisi, ilâhî iktidarın ortaya çıkış yeri, emir, nehiy, icad ve idamın tenfiz mahalli, tafsil ve ibhamın menşei, zarar
    ve faydanın, fark ve cem'in merkezi, budur. Yine kaza ve kalemin tafsil olduğu mahal, takdir, levh-i mahfuz mahallidir. Tedvin, tasvir yeridir. "Onun kürsi'si gökleri ve yeri kapladı." (Bakara/255)

    KÜRSÜ ŞEYHLERİ : Cuma günleri, cuma namazından sonra, va'z edenler hakkında kullanılan bir tâbir. Arapça olan cuma hutbesinin mânâsı, namazdan sonra yapılan va'z ile açıklanırdı. Bu görevi yapan vaizlere kürsü şeyhi denirdi. Bu uygulama, ilk defa Eyyub Sultan Camii'nde başlamış, daha sonra, Sultan Selim, Fatih, Bayezid, Süleymaniye, Sultan Ahmed ve Ayasofya'yı da içine almıştır.

    KÜSTAH : Mevlevî tâbiri. Tarikat adabına aykırı davranan suçlular için kullanılırdı.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

Sayfa 2/2 İlk ... 2

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

Benzer Konular

  1. Tasavvufî terimler (g)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 4
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:14
  2. Tasavvufî terimler (h)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 17
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:12
  3. Tasavvufî terimler (ı-i)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 8
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:00
  4. Tasavvufî terimler (j)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 0
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 01:57
  5. Tasavvufî terimler (z)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 3
    Son Mesaj: 18.Mart.2014, 02:49

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Facebook platformu Giriş