DUYURU PANOSU
FORUMUMUZDA TİVİBU, D-SMART ,DİGİTURK-BEİN KANALLARI YERLİ - YABANCI PLATFORMLARLA İLGİLİ ,KART PAYLAŞIMI ,İPTV ,SERVER PAYLAŞIMDA BULUNMAK,HACK İLE KONULAR ve SPONSORLARIMIZ DIŞINDA HERHANGİ BİR ÜRÜN SATIŞI YAPMAK YASAKTIR 

İletişim


 WHATSAPP +905354035843


ERK@L


onlineuydudestek@gmail.com

×

NOTICE Bilgilendirme : Bu konu 3684 gün önce başlatıldı . Konu başlangınç tarihi güncel değilse Konu güncelliğini yitirmiş yada bu konu ile ilgili son cevap yazılmış olabilir. Eğer yazınız doğrudan bu konu ile ilgili değil ise yeni bir konu başlatmanızı tavsiye ederiz....

TASAVVUFÎ TERİMLER (K) ..:: 1 ::.. KA'BE: Yer yüzünde Allah'a ibâdet edilmek üzere inşâ olunan ilk mâ'bed. Vuslat makamı. Kalbin Hakk'a, sevgiliye, bembeyaz ihram giyerek,

Bu konu 22670 kez görüntülendi 12 yorum aldı ...
Tasavvufî terimler (k) 22670 Reviews

    Konuyu Değerlendir: Tasavvufî terimler (k)

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 22670 kez incelendi.

 
Sayfa 1/2 1 ... Son
  1. #1
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.396
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate Titan Full HD İptv 

    Standart Tasavvufî terimler (k)

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 1 ::..
    KA'BE: Yer yüzünde Allah'a ibâdet edilmek üzere inşâ olunan ilk mâ'bed. Vuslat makamı. Kalbin Hakk'a, sevgiliye, bembeyaz ihram giyerek, yani güzel huylarla süslenmiş olarak yönelmesi. Tasavvuf erbabına göre, iki türlü Ka'be söz konusudur: Birisi Hz. İbrahim'in taştan topraktan yaptığı, çok defalar yıkıldığı halde, tekrar tekrar tamir edilen ve yeniden yapılan maddî Ka'be. İkincisi de, Allah tarafından bina edilen insan gönlü, kalbi. Bu yıkıldığı zaman yapılması mümkün değildir. O'nun için gönül yıkmamak gerek. Şunu belirtmekte yarar var: Mutasavvıflar, kalbe önem vererek Ka'be'ye gitmeyi, farz olan Hac görevini, şeriatın bir emrini ikinci plana atmış değillerdir. Eğer bu gerçek olsaydı, hiç bir sufînin, üzerine farz olan hac görevini yapmaması gerekirdi ki, tasavvuf tarihi ve velilerin biyografilerini dikkatle okuduğumuz zaman, istisnasız hemen hepsinin hac görevini yaptığını görürüz. Onların kalbe önem vermeleri, Ka'be'yi ikinci plana atar, gibi görünmeleri, gerçekte bu mânâda değildir; zira yaşadıkları hayat, bunun reel kriteridir, göstergesidir. İslâm'ın insan için olduğu göz önünde tutulur ve onun eşref-i mahlukât yönü dikkatle incelenirse, sûfilerin bu filantropik yaklaşımı, onların İslâm'ın özünü, özellikle Louis Massingnon'un da ifade ettiği gibi "islam'ın gerçek haniflik yönünü" anladıklarını ve bu espiriye ulaşabildiklerini gösterir. Tasavvuf erbabının bu tür görüşlerini tenkid edenlerin, önce kendi islâmî bilgi ve kültür birikimlerinin yeterli olup olmadığını kontrol etmeleri gerekir. Çoğu zaman bu bilgi birikiminin tam olması da yetmemekte, olaya, İslâm'ın derûnî tarzda, aşkla yaşanması boyutu da eklenmektedir. Öyle sanıyoruz ki sûfileri, bilgi ve aksiyonun birleştiği bir alanda, anlamak mümkün olacaktır. Bu ifadelerde biz, gerçek tasavvufu, yani İslam'a derinin etle bağlandığı gibi bağlanan tasavvufu ve İslâm'ı, Rasulullah (s) edasıyla yaşama çabasında olan, bilgi ile mücehhez sûfileri kastediyoruz. Psödo (uyduruk) sûfilerin sayıca az olmadığı bir ortamda, böyle bir ayırımı yapmanın, tasavvuf tarihi içinde de büyük önem arzettiği kanaatindeyiz. Zira, sahte ve hakikisi ayırılmadan, yapılan tenkitlerin bütün sufilere teşmil edilişi, tasavvuf alanının mütehassısı olmayan kişilerde, ilmî bir yanılgı olarak sürekli gözlenmektedir. Konu, hem ihtisas, hem de yaşama işidir.
    KABZ: Arapça, tutmayı ifâde eden bir kelimedir. Daralma, kapanma gibi manaları da vardır. Bu terim, bast ile birlikte kullanılır. Bu durumda kabz ve bast, sâlikte bulunan iki zıt hali anlatır. Biri emin olunan şeyden korkmak, diğeri de korkulan şeyden feraha çıkmak ve ondan emin olmak anlamlarını ihtiva eder. Kabz kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli yerlerde geçer. Bunlardan biri Tâhâ Suresi 96. âyettedir. "Rasûlün, Cebrail'in izinden bir tutam aldım". Burada, Rasûlün atının basarak geçtiği topraktan, elimle bir tutam aldım, manasına gelmektedir. Buradaki kabza (tutam) makbuz manasına gelir (Bkz. Mu'cemu Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim, c. II., s. 173). Furkân Suresi'nin 46. âyetindeki kabz kelimesi, mahvolmak manasını ifade ettiği gibi, Bakara Suresi'nin 245. âyetinde rızkın genişlemesi ve daralması manasına gelir. Sûfiler kabz ile korkuyu, bast ile de ümidi kastederler. Allah'ın tehdidinden korkan sûfî, kabz hâlinde olur. Bu durum, Tur Suresi'nin baş taraflarındaki "Muhakkak Rabbının azabı gelecektir" âyetini duyunca Hz. Ömer (r)'de görülen hal ile açıklanabilir. Allah'ın müjdesi ile sufî, bast durumuna geçer. Sûfilerden bazıları, Allah cemal sıfatı ile tecellî ettiğinde kulu bast, celâl ile tecellî ettiğinde kabz halindedir, diye yorum yapmışlardır. Sûfilere göre Kâbız ve Basit olan, Allah'tır. Kabz'a; nimetin elden gitmesi, sevgiliyi kaybetme ve mahzurlu olanın hücumundan kaynaklanan korku gibi anlamlar yükleyen sufîler, bast'ı, müridin güven ve ümit hali olarak tanımlamışlardır. Ancak bast'ta sevgiliye yakınlık düşüncesi, mahzurlu olanın yok olmasının şuuru söz konusudur. Sülemî, Tabakat'ında (ss. 106-124) Hızır (a)'ın sürekli olarak bast halinde olduğunu kaydeder. Sûfiler bast'ı, beka halinin oluşumuna sebep olan şeylerin ilki olarak kabul ederler. Kabz ise, fenanın ilk sebebidir. Kulun kabz'ı, bast'ı miktarıncadır. Diğer bir deyişle, sûfinin havf'ı, recâ'sı kadardır. Lüma sahibi Serrâc'a göre, kabz ve bast iki şerefli hâldir. Allah, kabz halinde; kulunu, yeme, içme, konuşmadan alıkorken, bast halinde; yeme, içme ve konuşmaya sevkeder. Ebu'l-Hasen eş-Şazilî'ye göre (Abdülha-lîm Mahmûd, Ebu'l-Hasen eş-Şazilî, s. 129) bast, nur içinde nur, kabz nur altında zulmettir. Havf ve reca ile kabz ve bast arasındaki fark şudur: Havf ve reca, iyi olsun, kötü olsun, istikbalde vukuu düşünülen bir şeye aittir. Kabz ve bast ise, geleceğe değil içinde bulunduğumuz zaman (hal)'a aittir.
    KABA SOFU: Taassup ve zühd-i bârid (soğuk zühd) vasıflı kimseler hakkında kullanılan bir tâbirdir.
    KABE KAVSEYN: Arapça, ok atılırken yayın elle tutulan odasıyla, sağlı sollu iki ucu arasındaki mesafeyi ifâde eden bir terkiptir. Tasavvuf ıstılahında, vücud dairesinde, ibda', iade, inme (nüzul), yükselme (urûc) failiyyet ve kabiliyyet gibi isimler arasında bulunan, tekabül bakımından esma ve sıfatın isimlerine ait yakınlığı belirtir. Ancak bu kurb (yakınlık)'un zatî değil, sıfatî olduğu da kaydedilir. Bunun üzerinde "ev ednâ" (yahut daha da yakın) makamı vardır. Kabe kavseyn, ittisal denilen temyizin bekasıyla beraber, Hak ile ittihaddan; "Ev ednâ" ise, ayn-ı cem'deki ehadiyyet-i zâtiyyeden ibarettir. Ev ednâ'da temeyyüz ve itibârı olan ikilik, fenâ-i mahz ve tams-ı küllî sebebiyle, abd ve Hak arasından kalkar. Müfessirler, bu kelimeyi Allah'a yakınlık olarak yorumlamışlardır.
    Matlab-ı a'lâ-yı ev ednâ'da cay itsek n'ola
    Tîr-veş itdik makâm-ı kâbe kavseyni güzâr.
    Nadirî
    Bu terim, Necm Suresi'nin dokuzuncu âyetindeki "fekâne kâbe kavseyni ev ednâ" (İki yay kadar, yahut daha yakın oldu) ifadelerinden alınmıştır.
    KABİH: Arapça, çirkin manasına gelen bir kelime. Dünyada yerilmeyi, âhirette cezayı gerektiren şeye denir.
    KABİL:Arapça, kabul eden manasını ihtiva eder. Tasavvufî olarak, fail olan Hak'tan vücûd feyzini ve onun fiili olan daimî tecellîyi kabul etmesi bakımından, a'yân-ı sâbite'ye "kabil" denir.
    KABZU'D-DÂHİL: Arapça, giren kabz demektir. Kum falına bakanlara göre, özel şekli olan bir işarettir.
    KABZU'L-HÂRİC: Çıkan kabz mânâsına gelir. Bunun özel şekli de, şu şekildedir:
    KADEM: Arapça, ayak anlamına gelir. Uğur ve meymenet gibi mânâları da vardır. Sûfiler misafirlerini, uğurlarken "hoş geldiniz, kademler getirdiniz, hayırlara karşı; Hak erenler gözcünüz, bekçiniz olsun" diye uğurlarlar. Gelen misafir de kapıda şu sözlerle karşılanır: "Kademlerinize kurban olayım, hoş geldiniz, kademler getirdiniz". Misafir gösterilen yerine oturduktan sonra makam sahibi "aşkolsun" der, ardından misafir, şükür secdesi yapar.
    KADEH: Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı mânâdadır. Manevî hal, cezbe, ruhî zevk, şevk, vecd.
    KADEMEYN: Arapça, iki ayak demektir. Birbirine zıt iki zatî hüküm ki aslında ikisi birdir. Hudûs-kıdem, halkiyyet-hakîkiyyet, adem-vücûd, sonlu-sonsuz, teşbih-tenzîh gibi zıt özelliklere na'leyn (iki ayakkabı) denir. Na'leyn (iki ayakkabı), kademeyn (iki ayakkabının) altındadır.
    KADEMU'S-SIDK: Arapça, doğruluk makamı demektir. Allah'ın salih kullarına vereceğini bildirdiği bir makam. Yunus Suresi'nde (ayet:2) Allah şöyle buyurur: "... İman edenlere, Rableri katında, yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele...". Sıdk, herşeyin hayırlısıdır.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate Titan Full HD İptv


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  2. #2
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.396
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate Titan Full HD İptv 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 2 ::..
    KÂDI'L-HÂCÂT: Arapça, ihtiyaçları gideren manasına bir izafet terkibi. Bu tâbir, Allah için kullanılır. Zira O, herkesin ihtiyacını gideren yüce bir varlıktır.
    Bil Kâdî-i hâcâtı
    Kıl Ana münacatı
    Terkeyle murâdâtı
    Allah görelim n'eyler
    N'eylerse güzel eyler
    İbrahim Hakkı

    KÂDİH: Arapça, çakan, yaran, tesir eden gibi manaları ihtiva eden bir kelimedir. Tasavvufî açıdan hâtır'a yakın bir manası olmakla birlikte, ikisi arasında fark vardır. Hatır, yakaza ehlinin kalbine, kâdih ise gaflet ehlinin kalbine gelir. Kalpten gaflet bulutları dağıldığı zaman, zikir pırıltısı parlar.

    KADÎM: Arapça, evveli olmayan demektir. Allah'ın sıfatlarından (veya isimlerinden) biri. Kendinden başka varlığı olmayan için kullanılır. Bu da zât ile kadîmdir. Varlığının öncesinde yokluk olmayan için de kullanılır. Bu da zaman ile kadîmdir. Zat ile kadîm olan her şey, zaman ile de kadîmdir. Bu da Allah'tan başkası değildir.

    KADİR ALAYI : Osmanlı döneminde, padişahlar Kadir gecesinde, teravihe, saray dolayındaki camilerden birine özel bir alayla giderlerdi. Bu tören hakkında Ata Tarihi yazarı şunları anlatır:
    "Kadir gecesinde alâ-yı vâlâ ile Ayasofya Cami-i şerifine azimet buyurulması kaideden olmakla, eğer mevkib-i hümayun sayfiyede ise, padişah o gece, yeni sarayda iftar ettikten sonra, nöbetçi has odalılardan başka, cuma selamlığı teşrifatında bulunan menâsıb erbabı, maiyyetinde hümâyunda bulundukları ve ridâ-i şerif dairesi pişgâhından, tâ Ayasofya Cami-i şerifinin selâmlık kapısına kadar, yollar meş'alelerle aydınlatılmakla beraber, akkâmlarm taşıdıkları yirmi kadar meş'ale, has ağaların ellerinde tuttukları muşambaları, kırmızı ve yeşil boyalı kırk tane büyük feneri takiben, camiye gidilir ve nöbetçi olan imam-ı sultanîye uyulmak suretiyle Kadir Namazı (teravih namazı) cemaatla kılındıktan sonra aynı usûlle geri dönülürdü.

    KÂDİRİYYE: Türbesi Bağdat'da bulunan Abdülkâdir Geylânî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Gilan (İran'da bir bölge)'da dünyaya gelen Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k), gençliğinde Bağdat'a gelerek Kadı Ebû Said Mahzûmî'den fıkıh, Ebu Bekir b. el-Muzaffer vesair muhaddislerden hadis dersleri aldı. Hanbelî mezhebini seçti. Elinin emeğiyle ailesinin geçimini temin ederdi. Uzun süre va'az ve öğretim işi ile meşgul olduktan sonra, İmam-ı Gazalî gibi, yakîni arama krizi ile zühdî-tasavvufî bir hayata yöneldi. Uzun süre, Bağdat ve Kerh harabelerinde, zahidâne bir hayat yaşadı. Halvetlere girdi. Son girdiği halvette, kırk gün süre ile hiçbir şey yemedi. Şeyh Ahmed Debbas adlı bir sûfiden tasavvufî disiplini öğrenen Abdülkâdir Geylânî, sonunda, terkettiği topluma dönüp Ebû Sa'ad medresesinde derslere ve camilerde halkı irşada başladı. Toplumda fakir, zengin, dul, yetim, yolcu, aydın, cahil herkes ile muhatap olarak doğru yolu gösterdi. Eserlerinden bir kısmı şunlardır: Melfûzât-ı Geylânî, Futûhu'l-Gayb (İbn Teymiyye Abdülkâdir Geylanî'ye olan sevgisi sebebiyle bu esere bir şerh yazmış olup, bu eserin tenkidli basımı 1989 senesinde Kuveyt'te yapılmıştır), Gunyetu't-Tâlibîn, Behcetü'l-Esrâr, Divan-ı Gav-su'l-A'zam (şiirleri bu divandadır).
    Sadık Vicdanî "Tomar"da, Abdülkâdir Geylanî'nin ebced hesabıyla "aşk" ile doğduğunu, "kemal" ile ömür sürüp "kemâl-i aşk" ile Allah'a kavuştuğunu tesbit etmiştir. Kâdiriyye'nin şubeleri şunlardır: Esediyye, Ekberiyye, Makdisiyye, Garibiyye, Eşrefiyye, Rumiyye, Yâfiiyye, Hemmâdiyye, Hilâliyye ve Hindiyye. Kadiriyye, Nakşbendiyye'den sonra, dünya üzerinde en çok yaygınlık kazanmış ikinci büyük tasavvuf okuludur.
    Sâlikân-ı Kadirî

    Sâlik-i mülk-i bekadır sâlikân-ı Kadirî
    Târik-i kûy-i fenadır sâdikân-ı Kadirî
    Cehd idüb ilm-i ilâhîden sebak-han oldular
    Varisan-ı enbiyâdır sâlikân-ı Kadirî
    Câme-i irfan ile tezyîn-i bâtın ettiler
    Zâhir-i ehl-i kabadır sâlikân-ı Kadirî
    Meclis-i işrâkıyandır halka-i ezkârları
    Sırr-ı kalbe âşinâdır sâlikân-ı Kadirî
    Eylemişler dillerin gencine-i gaybü'l-guyûb
    Mahzen-i sırr-ı Hûda 'dır sâlikân-ı Kadirî
    Çün fenafillah'dan seyr-i ilallah itmeğe
    Rehrevân-ı Kibriya'dır sâlikân-ı Kadirî
    Feyz-i irşâdiyle teshîr itmede talihleri
    Gûyiya mûciz nümâdır sâlikân-ı Kadirî
    Bûsitân-ı zikr-i cehri içredir nalişleri
    Bülbül-i bağ-i (Rıza)'dır sâlikân-ı Kadiri.
    Şeyh Rızâ-yı Talabânî

    KÂF DAĞI: Kâf, Kur'ân-ı Kerim'de ellinci surenin adıdır. Kur'ân-ı Kerim'in mukattââtındandır. Allah'ın isimlerinden birinin "Kâf" olduğu söylenir. Kudret sahibi anlamına geldiğini söyleyenler olduğu gibi, dünyayı çepeçevre kuşatan dağın adıdır diyenler de vardır. Bu dağın ardında, efsaneye göre, cinler yaşamaktadır. Ejderhalar, insanlara zarar verince, güya melekler, onları bu dağın ardına, ateşli zincirlerle çekip atarlarmış. Tasavvuf erbabına göre, "Kâf", Kur'ân'a işarettir. Ki bu da, Allah'ın bütün isimlerinin zuhur yeri olan ve bu mazhariyeti bilen ve bildiren insan-ı Kâmil'dir. Zamanın kutbu ve imamı budur.

    Kâf Dağını arkama
    Yüklendim etme aceb
    Bahr-ı Muhîti içdim
    Kanmadım amma neden.
    İdris-i Muhtefî Bayramî

    Halk arasında Kâfdağı veya Kâf ifadesi sınırsızlık, son derece büyüklük gibi manalar ihtiva eder. Çok büyüklenen insana "burnu Kâf dağında" denir. Bir uçtan bir uca yerine de "Kaftan Kafa" veya "Nundan Nuna" deyimleri kullanılır. "Süleyman Peygamber, Kaftan Kafa bütün âleme hükmetti" gibi.

    KAF-NUN,KÜN: Arapça, kâf ve nün harfleri bir araya gelirse "kün: ol" sözünü meydana getirir. Bakara/117; Âl-i İmrân/47; Meryem/35; Yasin/83; Mü'min/67. âyet-i kerimelerinde, Allah'ın, bir işin olmasını istemesi ve o işin hemen olması, bu sözle bildirilir. Tasavvuf edebiyatında Allah'ın dilemesi "kâf-nun" yahut "kün" sözleriyle belirtilir.

    Onsekiz bin âlemi ma'dûm iken vâreyledi
    Kâf ü nün emri ile bir kerre îmâ etti aşk
    Yusuf Sineçâk

    Kâf ü nün hitabı izhâr olmadan
    Biz bu kâinatın ibtidâsıyız.
    Harâbî
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate Titan Full HD İptv


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  3. #3
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.396
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate Titan Full HD İptv 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 3 ::..
    KÂHİLÎ : Rahatta iken zor duruma düşen kişi anlamında Arapça bir kelime. Seyr ü suluktaki yavaşlama. Bunun nedeni, gidilen yolun bazan sâlike zor gelmesidir. Ağır ve yavaş tahakkuk eden bu sülük, en mükemmel sülüktür.

    KAHR: Arapça, mahvetmek, ezmek anlamlarında bir kelime. Mukabili lütûf'tur. Nefsi, Allah'ın yardımı ile ezmek, dizginleyip ona galip gelmek. Allah'ın tecellîleri, ya kahr sıfatıyla, ya da lütuf sıfatıyla olur. Olgun sûfiler, her iki tecellîyi de, aynı seviyede gönül hoşluğu ile karşılarlar. Bazı veliler daha çok kahr, bazıları da lütuf tecellilerine mazhar olurlar. Kahr tecellisine mazhar olanlar, vahada bile olsa kendilerini sahrada görürlerken, diğerleri kendilerini sahrada bile olsa vahada görürler.

    KAHRİYYE: Arapça, kahretmeye mensûb anlamında kelime. Birisini kahretmek, öldürmek, yok etmek manasına gelir. "Kahriyye okumak" diye bilinen ve Allah'ın Kahhâr ismini kullanmakla ilgili bir uygulama vardır. Bu uygulamada, kalabalık bir grup, Allah'ın "Kahhâr" ismini yüksek sesle, binbir kere veya birkaç kere oku*****, mahvedilmek istenen kişiye zihnen yönelmek suretiyle neticeye varmak söz konusudur. Bu törende, "kahriye" adı verilen bir dua da okunur. Günümüz medyumistik çalışmalarında da bu tür uygulamalar görülmektedir. Parapsikolojik olarak izahı mümkün olan bu olay, ahlâkî açıdan oldukça sakıncalıdır. Eski Kızılderili, Maya, Aztek, Afrika ve Asya kültürlerinde de görülen bu husus, insanın canını almayı hedef edinmesi yönüyle, sıkıntılı bir uygulamadır. Bazan Kahriye'nin okunana değil de okuyana etki ettiği görülmektedir. Buna "kahriyye'ye uğramak" denir. Olayın işleyiş tekniği oldukça karmaşıktır.

    KAHVE NAKİBİ : Nakib, kabile reisi, başkan, bir kavmin reisi gibi manaları ihtiva eden Arapça bir kelimedir, çoğulu nukabâ'dır. Tasavvuf ıstılahı olarak, tekkelerde kahve pişiren ve bu işle görevli bulunan kişiye denir. Aslında bu görev, dıştan önemsiz gibiymiş gibi görünse de rastgele herkese verilmezdi. Bu iş genellikle tekkenin kıdemli kişilerine verilirdi. Bektaşî meydanında, kahvecinin Ebû'l-Hasen eş-Şâzilî'yi temsil eden bir postu bulunurdu.

    KAHVE OCAĞI : Esma zikri ile özgünleşmiş tasavvuf okullarının tekkelerinde "cümle kapısı" denen ve bahçeye açılan kapıdan sonra, asıl tekke kapısına girilince, giriş kısmının bir köşesindeki oda, kahve ocağı diye anılır. Oda kapısının karşısındaki köşede, kahve ocağı bulunur. Odada oturmak için, boydan boya üstü kilimle örtülü bir kerevet vardır. Kahve ocağının yanındaki post, kahveci dervişe aittir. Tekkeye gelen misafir, önce kahve sunar. Misafir, şeyhi görecekse, şeyhe gidip haber verir ve misafiri alıp şeyhe ***ürür.
    Kahve ve kahvecilerin pîri, Şeyh Ebu'l-Hasen eş-Şâzilî'dir. Şazilî tasavvuf okulu mensupları, gece zikir ve teheccüd ibadetlerinde uyku dağıtmak konusunda, faydalı olması amacıyla, kafein ihtiva eden kahve içmeyi adet edinmişlerdi.

    KAL: Arapça "dedi" anlammadır. İlm-i kal: Şer'î ilimler, fıkıh bilimi. İlm-i Hâl: Yaşama ile ilgili, içe ait ilim, tasavvuf. Kal, hâle dönüşmedikçe makbul görülmemiştir. Hâlin de, kal ile olanı daha makbuldür.

    KALAK: Arapça, bir şeyi hareket ettirmek, kararsız kalmak, üzgün olmak demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak, sevenin şevkle sevilene doğru harekete geçirilmesi anlamına gelir.

    KALB: Arapça, bir şeyin altını üstüne getirmek, çevirmek, vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelimedir. Biyolojik ve anatomik olarak insan göğsünün sol tarafında bulunan çam kozalağına benzeyen bir et parçasıdır. Ana rahminde, insan varlığının jinekolojik oluşum sürecinde meydana gelen (gebeliğin üçüncü haftasının sonunda) ilk organdır. Tasavvufî olarak kalb; insanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl, ruh, Allah'ın tecellî ettiği mahal, İlâhî latîfe gibi çok yönlü manaları ifâde eder. Biyolojik manadaki kalb, insanda olduğu gibi, hayvanlarda da bulunur. İkinci anlamdaki kalb ise, sadece insanda bulunur ve insanı hayvandan ayıran özelliktir. Molla Camî, Fusûs Şerhi'nde kalb; mizacı kuvvetler ve cismanî gerçekler ile ruhanî gerçekler ve nefsanî gerçekler arasını bir araya getiren (cem eden) hakikatdır, der.
    Mutasavvıflara göre; manevî kalbin maddî kalbe bir nevi taalluku (bağlantısı) vardır. Ve bu kalp, insanın hakikatidir. Bu latîfe, idrâk edicilik ve bilicilik özelliklerine sahiptir. Muhatab, mütâleb ve muâteb olan işte budur. Türkçe'de kalbe, gönül denir. Can tabiri de kullanılır. "Kalbe bakıcı": Bayramî melamîlerinde, irşada izinli kişilere verilen addır. Kalple ilgili bazı atasözleri şu şekildedir: Kalp bir sırça kadehtir, çabuk kırılır. Kalp kalbe karşıdır. Kalpten kalbe yol vardır.

    Fukara kalbine her kim dokuna
    Dokuna sinesi Allah okuna
    La edrî

    KÂLDE KALMAK: Arapça, kal, söz, laf demektir. Tasavvufî hallere ait bilgiyi, uygulama haline getiremeyen kimseler için kullanılan bir tâbirdir. Böyle kişilerde laf var, iş yoktur.

    KALEM : Arapça, kesmek, budamak masdarından türemiş bir kelime olup kalem, makas, yazı, kumar oku ve stil gibi manaları içerir. Tasavvufta ilm-i tafsîl-i ilâhîye ve kelimelerin şekillerini çıkarmaya vasıta olan ruha, kalem denir. Tehânevî, sûfilerin bu tabiri, akl-i evvel manasında kullandığını söyler. Letâifü'l-Lügât'da da, vâhidiyyetden kinaye olan hazret-i tafsîle ve nefs-i küll'e de kalem denir. Bir kısım sufîler de, şu açıklamayı yaparlar: Kalem, ilm-i tafsîlin bilgisidir. Kalem, İlâhî tafsîlî bilginin, varlıklara taalluku gözönünde tutulmak suretiyle benzetme yapılarak kullanılır. "Kalem ilm-i tefâsîl-i İlâhîdir. Çünkü mezâhir-i tafsîl olan huruf, devâttaki mürekkepte mücmel olup orada oldukça tefâsili kabul etmez. Mürekkep divitten kaleme intikâl ve levhe temas ettikçe, huruf tafsil şeklini alır. Bu suretle ilim de, matlûba göre tafsil edilmiş olur. Kezalik, insanın madde-i hayatiyyesinden ibaret olan nutfe de, suret-i insaniyyede mücmel olup zahr-ı Âdem'de durdukça, tafsili kabul etmez. Kalem-i insanî ile levh-i rahme intikal edince tafsili kabil olur".

    Lisan-ı gayb olur esrar-; gayb iş'ârına kâfî
    Ne gam olsa nazardan levh-i mahfuz-ı kalem nâbûd.
    Osman Şems Efendi

    KALENDER: Farsça bir kelimedir. Dünya ile alâkasını kesip Allah'a yönelen kimselere denir. Bunların özelliği, laubali meşrep, lâkayd, mücerred ve fakir olmalarıdır. Kalenderiyye tarikatına mensup olanlara kalender denir. Bektaşîlerde derviş olmaya ikrar veren, fakat kendisine derviş olma töreni ile taç giydirilmeyen ve tekkede arakıyye ile hizmet eden kişilere de kalender adı verilir. Ancak bu kelime zamanla aşınmış, farklı manalarda kullanılmaya başlamıştır. Halk arasında kalender; yoksul, kimsesiz kişiye dendiği gibi, her şeyi hoş görüyle karşılayan geniş meşrepli, herkesle anlaşabilen ve geçinebilen kimselere de kalender adam denir. Kaynaklara göre, kalenderîler başı açık gezmektedirler. Sikkelerinin yukarı kısmında on iki, aşağı kısmında ise kırk dilimin bulunduğu kaydedilir. Bektaşîler, beyaz keçeden yapılan lengeri dört, kubbesi on iki dilimli ve tepesinde düğme adı verilen kenarları dikişli, fındık büyüklüğünde, beyaz keçeden mamul dikili bir parça bulunan taca, "Hüseynî" ve "Celâli Tâc" denir. Lengeri dört, kubbesi on iki parça keçenin, iç taraftan birbirine dikilmesiyle meydana gelen bu tacın, dıştan görünen dilimlerinin kenarları da küçük ve birbirine bitişik dikey dikişlerle dikilerek, dilimler iyice belirtilmiştir. Dilimleri dıştan dikili olmayanına ve tepesinde düğme bulunmayanına "kalenden taç" denir. Kalenderîler; çar-darb denilen bir uygulama yaparlardı ki, bundan kasıt, zahirî süsten vazgeçmekti. Çar-darb (dört vuruş) ise, saç, sakal, bıyık ve kaşları tıraş etmekten ibaretti. Kafadaki tüm kılların kazınmasına özen gösteren bu tip dervişlerin, cevalıka (cavlaklar) diye anıldığı da bilinmektedir.

    Rind-i kalenderim yoktur bunda şek,
    Nazını çekemem; anlasın felek
    Cehennemde yanmak minnet çekerek
    Cennete girmekten asandır bana.
    Tokadîzâde Sekip
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate Titan Full HD İptv


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  4. #4
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.396
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate Titan Full HD İptv 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 4 ::..
    KALENDER-HÂNE: Kalender evi manasına gelen Farsça bir terkib. Fakir dervişlerin barınmaları için yapılan zaviyeler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Kalender, dünya alâkalarından vazgeçmekle manevî hakikatlardan zevk duyan, filozof, derviş demektir. Fatih Sultan Mehmed devrinde açılan Kalender-hânelerde, Mesnevî okutulduğu kaydedilir.

    Girüb bin âleme her âlemi bir âlem-i zevk et
    Kalender ol, hakîm ol âlemin her âleminden geç.
    Celâl Paşa

    KALENDERİYYE: Cemaleddin Savî (630/1232) tarafından tesis edilmiş bir tasavvuf okulu. Sonradan bazı sapmalar görülen bu tarikatı, şu özgün yönleriyle hülasa edebiliriz: Kalenderîlerde aşırı (hatta ölçüsüz) bir ehl-i beyt sevgisi vardır. Kemaleddin Efendi, Tibyanu Vesaili'l-Hakâyık'ta bunların "Hasan, Hüseyin, Muhammed, Fatıma ve Ali isimleriyle zikir çektiklerini kaydeder. Kalenderîler, def, kudüm, ve alemleriyle gruplar halinde çeşitli yerleri gezerler, tasavvuf anlayışlarını yayarlardı. Saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kestirerek (çar-darp), tembelliği meslek edinmiş, bekar bir hayat tarzına yönelerek dilencilikle iştigal etmişlerdi. Vahidî tarafından yazılan "Menakıb-ı Hâce Cihan ve Netice-i Can" adlı eserde, Kalenderîlerin çar-darb (çehâr darb) yapmalarının sebebi, şu şekilde anlatılır:

    Anınçün bu sakal u saç u kaşı
    Tıraş ettik bu yüzden kola nâşî
    Şu nesne kim cihanda ariyettir
    Anı tıraş etmemek akbah sıfattır
    Bu kıllar ariyettir mülk-i tende
    Gider, var ise aklın anı sen de
    Tıraş eyle bu yüzden sakalın
    Ki tâ rûşen ola çün meh cemâlin.
    Abdülmun'im Hafnî'nin de ifade ettiği gibi, kalenderîler, edebleri, âdetleri, meclis ve muamele gibi hususları terk etmiş kişilerdi. Kalp sataşma önem verdikleri kadar, namaz, ibadet ve zühde ehemmiyet vermezlerdi.

    KALIBI DİNLENDİRMEK : Ölmek manasında kullanılan bir deyim. "Dünyada bize rahat yoktur" (La râhate lenâ fiddünya) sözüyle işaret olunduğu üzere, ölüm, istirahat, dinlenme gibi bir mânâ ifade eder. Buna benzer olmak üzere şu ifâdeler kullanılır: Göçtü, göçündü, yürüdü, Hakk'a yürüdü, Hakk'a kavuştu, irtihal etti, çilesi bol dünyadan geçti.

    KALLAŞÎ: Farsça, berduş, keyfince yaşayan, kimseye aldırmadan hayatını sürdüren kişi demektir. Harabâtî. İçinde bulunduğu hâle göre davranan kişi. Hal sahibi, dünya ile ilgisini kesen, rind.

    KÂLÛ BELÂ: Arapça, iki ayrı kelime, "evet, dediler" manasına gelir. Bu ifade, Kur'ân-ı Kerim'deki A'raf Suresi'nin 172. âyetlerinde yer alır: "Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik, demeyesiniz diye, Rabbin ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı, onları kendilerine şâhid tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da) Evet (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk dediler." Allah'ın ruhlardan aldığı bu misak için, şu tâbirler kullanılır: Bezm-i elest, bezm-i ezel. Sûfilere göre, her insan, kabiliyetine ve yeteneğine göre, amel etmesi bakımından, hâl diliyle her ân, "sizi yetiştiren, bakan, geliştiren, büyüten Ben değil miyim?" sorusu tekrarlanmakta ve herkes, hal diliyle "evet" demektedir. Bu dünya, elest bezminde, Allah'a verilen sözün tutulup tutulmadığının denendiği bir sınama yeridir.

    Kalem çalınıcak görgil
    Haber böyledürür bilgil,
    Kâlû belâ kelecisin
    Bunda haber veren benem.
    Yunus Emre
    Tâ kâlû belâdan sevdik seviştik
    Bizimle ezelî yarır mahabbet
    Üstad nazarında, ikrar kopuşduk
    Mü'mine kadîm ikrardır mahabbet
    Kul Himmet

    KAMET: Farsça, boy, bos demektir. Sadece Hakk'ın ibadete layık olması, başka hiç bir şeyin buna hakkı olmaması.

    KAN: Türkçe. Hallâc-ı Mansur'dan itibaren, tasavvufta bir kan imgeciliği başlamıştır. Tasavvufun zorluklarla dolu bulunduğu, icabında hayatını bu uğurda feda etme durumunun bile söz konusu olduğu, kan imgesiyle anlatılmaya çalışılır. Molla Camî'nin dediği gibi

    Kuh kün ez kellehâ
    Bahr kün ez hûn-i mâ
    Kellelerden dağ
    Kanımızdan deniz olsun.

    Baş vermek, icabında sır vermemek uğrunda büyük bir fedakarlığı içerir. Kişi sırrını öyle saklamalı ki, o kişinin sırrının ne olduğu değil, sır sahibi olduğu bile bilinmemelidir.

    KANÂAT: Arapça, ikna olmak, yetinmek vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Yaşamak için zarurî olan ihtiyaçlar dışında kalan, bütün nefsî arzu ve hayvanî isteklerden uzak durmak. Yeme, içme ve çeşitli konularda aşırıya kaçmamak.

    KANÂİYYE : Abdürrahîm el-Kanâî'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.
    KANBER-İ ALİ: İki özel isimden oluşmuş bir izafet terkibi. Hz. Ali'nin Kanber'i manasına gelir. Hz. Ali'nin Kanber adlı bir kölesi olduğu söylenir. Bu bir Bektaşî terimidir. Bektaşîler kullandıkları bir kemere, Kanber-i Ali derler. Yuvarlak şerit veya örme kaytandan yapılan bu kemer, armut biçiminde taşla birbirine bağlanırdı. Bağ vazifesini gören taş, Hacı Bektaş taşından yapılırdı.

    KANBERİYYE: Kanber, Hz. Ali (r)'nin kölesidir. Hz. Ali (r)'ye çok bağlıydı. O, evden çıkınca, Kanber muhafızlık görevi yapmak üzere kılıcını takınır, peşinden giderdi. Kanber, zencî idi. Haccâc'a karşı Hz. Ali'yi öğdüğü için 95/71 4'de şehit edilmiştir. Kanberiyye, kalınca bir kuşağa halka ile asılmış, yumruk şeklinde ve yumruktan küçük, balım taşı denen Kırşehir'de çıkan balgamı taştan, yahut Necef taşından yapılmış bir şeydir. Tığbend, teslim taşı, kemer, palheng vs. gibi tarikat cihazından olan Kanberiyye, bele sarılan kemer üzerine takılır. Kuşağın bir ucu, halka biçimindedir, o halkaya sokulur ve belin sol yanına doğru meyilli olarak durur. Kanberiyye; ehl-i beyte nisbeti, erenlere hizmeti ve evlenmemeye karar vermeyi ifade eder. Ancak son zamanlarda, evli olanlar da bu cihazı kullanmışlardır. Kanberiyye, baba tarafından tekbirlerle kuşatılır. Bu sırada tercemân da okunur.

    KANDİLCİ: Tekkelerde yanan kandillerin yağını, fitilini hazırlayan ve gece olunca da yakan görevli dervişe, kandilci veya çerağcı denilirdi.

    KANDİL DİBİNE IŞIK VERMEZ : Bu atasözü, "mum dibine ışık vermez" şeklinde de ifâde olunur. Herkese faydası dokunduğu halde, kendine ve yakınlarına aynı faydayı sağlayamayan kimseler için kullanılır.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate Titan Full HD İptv


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  5. #5
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.396
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate Titan Full HD İptv 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 5 ::..
    KANDİL GECESİ : Bazı mübarek geceler hakkında kullanılan tâbirdir. Rebiülevvel ayının onikinci gecesi Mevlid, Recebin ilk cuma gecesi Regaib, Şaban'ın onbeşinci gecesi Berât, Recebin yirmiyedinci gecesi Miraç, Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi Kadir gecesidir. Bu mübarek gecelerde, minarelerde mahyalar kurulur, kandiller yakılırdı. Günümüzde, bu iş için minare şerefelerinde elektrik ampulleri kullanılmaktadır. Kandil geceleri, ihya geceleridir.

    KAN ET, KANUN ETME : Tarikat erkânına, yeni bir şey katmamak gerektiğini ihtar etmek üzere söylenir.

    KANINI İÇİNE AKIT : Cezbe geldiği zaman veya bir hâl zuhurunda, dervişin bunu dışarı aksettirmemesi, sezdirmemesi ve normal davranıştan uzaklaşmaması demektir. Bu, temkin ehli sûfilerde olur. Telvin ehli olanlarda bu durum aksinedir. Bu, melâmet tavrı olarak da değerlendirilir.

    KANTARA: Arapça'da büyük köprüye kantara denir. Dünya, kişiyi âhirete ulaştıran bir köprü durumundadır. Âl-i imran Suresi'nin 14 ve 15. âyetleri, dünya ve âhiret kıyaslamasını yapar ve hangisinin daha önemli olduğunu açıklarken orada şu ifadeler kullanır: "Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın birikmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık, insanlar için güzel gösterildi (ziynetlendirildi). Bunlar dünya hayatının meta'ıdır. Nihayet varılacak güzel yer, Allah'ın huzurudur. (Resulüm) De ki: Size bunlardan (yani dünya metâ'ından) daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür" (Âl-i imran/14-15).

    KANUN ÇERAĞI: Bektaşîlerde taht ve Balım (Sultan) Taşı'nın önünde duran ve zeytinyağı ile yanan çıraya Kanun Çerağı denir. Pirinçten yapılmış, kapağı Bektaşî tacı şeklinde olup, fitil konacak üç lülesi bulunur. Kanun çerağı, iki yanındaki şamdanda duran ve tahtın üç basamağının, her basamağında yer alan üçer şamdandaki mumlarla beraber sayılırsa oniki, lülelerindeki fitillerle sayılırsa Meydandaki taht üstünde ve önünde bulunanlarla ondört çerağ eder ki, bu sayılar, âlemi aydınlatan hakikat önderleri oniki imama ve ondört masuma işaret ederler.

    Çerağcı, Kanun Çerağını yakmadan (uyarmadan) tahtın önünde şu tercemanı okur:
    Kânûn-ı evliya, nuru's-semâvât
    ****iz bu menzildir Tûr-ı münacât
    Kaçan rûşen olur, niyaz edip ver
    Muhammed Ali'ye candan salavât.
    İlk mısradan anlaşılacağı üzere, Kanun Çerağı'na, Evliya Çerağı da denir.

    KAPI ALLAH KAPISIDIR : Akşemseddin, mürşidi, kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişi olarak tarif eder. Bu durumda, mürşid, müridi Allah'a ulaştıran kapı durumundadır. Ve bu kapı, ayırım gözetmeksizin herkese açıktır. Bu kapı insanlara hizmet kapısıdır, zira Allah'a açılmakla, Allah'a ***ürmektedir.

    KAPIDAN GEÇMEK : Tasavvuf'î planda, murakabe özelliğini kazanmayı ifâde eder. Mevleviler bu duruma, kapıdan geçmek derler. Bu, çilesini bitirenlerin veya başka dergahtan gelip hücreye çıkacakların, veyahut çilekeş olmayıp da, fazileti ve olgunluğu bulunması veya şeyhe vâris olması sebebiyle, kendisine dedelik payesi verileceklerin "Murakabe Meydanı" na kabulüdür. Şeyh tâyini nedeniyle, ziyafet çekmek de, âdettir. Bu durumda ziyafetin masrafı, yeni şeyh efendiye âittir.Akşamdan sonra, yeni şeyhin dışında herkes meydanda toplanıp yemek yer, kahve içerdi. Daha sonra Meydancı, yeni şeyh olan efendiyi meydana davet ederdi. Şeyh, başta tarikatçı olmak üzere, sağ ve soldaki dedelerle çift elle musâfaha ederdi. Ayakta, niyaz vaziyetinde bulunan mutfak canları (mutfak görevlisi dervişler) ile görüştükten sonra, şeyh de niyaza dururdu. Tarikatçı o sırada şu gülbanki okurdu: Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, serler defola, derviş kardeşimizin meşihat hizmeti mübarek ola, niyazı kabul ola, demler, safâlar ziyâde ola, dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû". Yeni şeyh efendi, o gece Hazret-i Şems'de yatardı. Arzu durumuna göre, orada bir iki gün kalırdı.

    KAPIYI SIR ETMEK : Kapıyı kapatmak anlamında bir söz.
    Şeyhim, var ise söyle erenler kelimâtı
    Dinletme bana tekkedeki mustalahâtı
    (Şem'in külü al), (kapıyı sır eyle) demekle
    Hâşâ bulasın nûr-ı dil ü bâb-ı necatı
    Allah için olmazsa eğer çekdiğin evrâd
    Nutkun tutulunca şaşırırsın salavâtı. İzzet Molla

    KARABAŞİYYE: Halveti tasavvuf okulunun kollarından birinin adı. Şeyh Ali Alâeddin Karabaş-ı Velî (ö. 1097/1686) tarafından kurulmuştur. Karabaş-ı Velî, Arapgir'lidir. Genç yaşında, İstanbul'a Fâtih Medresesi'ne gelerek derslere başladı. Bir süre sonra cezbeye tutularak sûfiyye mesleğine yöneldi. Kastamonu'ya giderek Şa'baniyye-i Halvetiyye postnişini İsmail Çorumî'ye intisâb etti. Derslerini bitirip, hilâfet aldı. Bazı ihtilâfları çözmek için Çankırı'ya gitti. Şeyhi ismail Çorumî vefat edince, yerine geçen oğlu Şeyh Muslihiddin Efendi'den feyz aldı. Daha sonra 1 080/1 669'da Üsküdar'da, Mihrimah Sultan Zâviyesi'ne şeyh oldu. Vefatı Mısır'da vuku bulmuş olup, mezarı, Kahire yakınlarındaki Gaylân köyündedir. Çeşitli eserleri vardır: Kâşif-i Esrâr-ı Fusûs, bu eserin muhtasarı Camiu Esrâri'l-Fusûs, Şerh-i Akâid-i Nesefiyye bi-Lisani't-Tahkîk, Mi'yâru't-Tarîka, Tarikatnâme, Şerh-i Kasîde-i Aşkiyye li'ş- Şey-hi'l-Ekber, Risâle-i Usûl-i Erbaîn, Tefsir-i Sûre-i Tâhâ, Tabirname.

    KARAGÖZ : Renkli bir perdenin, adam boyunda ve orta yerinde, ince beyaz bezden yapılma, küçük bir pencere biçimindeki sahnenin arkasından yirmi-yirmi beş santim uzunluğunda deriden kesilmiş ve boyanmış, resimlerin seyircilere gösterilmesi suretiyle oynanan oyun. Işık arkadan vurunca perdeye bu iki boyutlu şekillerin gölgesi düşer. Seyirci bu gölgeleri izler. Vahdet-i vücud telâkkisine göre, âlem de, tıpkı bu şekilde bir gölgeden ibarettir. Bu tip gölge oyunlarının kökeninin Çinlilere dayandığı söylenir. Muhyiddin İbn Arabî, Futûhat-ı Mekkiyye'nin üç yüz on yedinci babında gölge oyununun, ne ifâde ettiğini şu şekilde anlatır: "Cenab-ı Hakk'ın, cemi avalimi müdebbir olması meselesindeki işaretimizin hakikatini bilmek isteyen, hayâl-i sitâre'ye yani perde hayâline ve suretlerine ve perdeden uzakta bulunup, asıl o suretleri oynatan ve onların lisanından konuşan zât ile aralarında perde bulunan küçük çocuklara göre, o şekilde konuşanın kim olduğuna bir baksın. İşte âlemin şekillerinde de durum böyledir. İnsanların çoğu, varsaydığımız o çocuklar gibidir. Bu bakımdan, ne şekilde hicap ve gaflette olduğunu anlarsın. Ufak çocuklar bu toplantıda sevinç içindedirler. Gafiller de bunu eğlence ve oyun olarak telâkki ederler. Âlimler ise, bundan ibret alma cihetine giderler ve Allah'ın bunu bir örnek olarak koyduğunu ve yarattığını bilirler... Allah bu âleme nisbetle, bu şekilde onların misalinin hareket ettiricisidir. Ve bu perde, mahlukat ve kainat üzerinde cereyan eden ve hâkim olan İlâhî kader sırrının perdesidir. Durum bu iken, gaflet içinde bulunanlar, bu ibret dolu misali eğlence ve oyuncak kabilinden sayarlar. Nitekim Allah tarafından "dinlerini lehv ve oyuncak haline getirenler..." (En'âm/70) buyurulmuştur.
    Binaenaleyh, ilk olarak perdeye vassâf (karagözcü) denen şahıs çıkar ve Allah'ı ululayan, öğen bir hitabede bulunur. Sonra kendisini müteakib, perde arkasından perdeye gelen çeşitli şekillerle konuşur. Sonra seyircilere, Allah'ın bu hayal perdesini, kullarına bir ibret misâli olmak üzere yarattığını, ibret alsınlar diye bildirir.
    Sonra vassâf perdeden kaybolur. Bu vassâf, biz insanlar arasında ilk mevcut olan, Hz. Adem mesabesindedir. Bizden kaybolması da, perde ve ilâhî gayb hicabı ardında ind-i rubûbiyette kaybolması şeklindedir. Allah hakkı söyler ve doğru yola erdirir.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate Titan Full HD İptv


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  6. #6
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.396
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate Titan Full HD İptv 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 6 ::..
    KARA KAZAN, KARA KAZAN HAKKI : Yesevî geleneğinde, tekkede büyük bir kazan olur, onda pişirilen çorba, gariplere, yoksullara ve dervişlere dağıtılır. Seyyid Ali Hemezanî, Keşmir'de İslâm'ı yayma faaliyetleri sırasında, halifelerinden birinin böyle büyük bir kazanı olması ve bu kazanda pişen yemekten bütün bir çevrenin istifâde etmesi, o civarda bir iskân kolonunun oluşmasına sebebiyet vermiştir. Farsça'da kazan anlamına gelen Lenger kelimesi, o kasabanın adı olmuş ve "Langer-hatta" diye anılmıştır. Ortaasya tasavvuf geleneğini sürdüren Hacı Bektaş Velî'nin, Hacıbektaş'taki merkezî tekkesinde, bu amaca yönelik büyük bir kazanı vardı. Bu kazan "Aş Evi"ndeydi. Bektaşîler, bu kazanın, altında ateş olmasızın kaynadığı inancındadır.Bu kazanın, bir Moğol komutan tarafından tekkeye hediye edildiği söylenir. "Kara kazan hakkı için" sözü alevîler arasında bir and sözüdür. Eskiden öşür usûlü, vergi sisteminin esâsını teşkil ediyordu. Köylerin ekin hasılatının onda biri (öşürü) artırma ile satılırdı. Köyün öşürünü alan kişi (mültezim), onda biri aldıktan sonra, eğer köy alevî köyü ise, üçler, yediler, kırklar hakkı olarak, üç, yedi ve kırk şinik buğday alır, köylü sesini çıkarmazdı. "Harman kaldırma zamanı" köylere, çeşitli yerlerden dedeler ve dervişler de gelirdi. Hacı Bektaş çelebisi tarafından gönderilen vekiller de gelirler, kimisi "Hazret-i Pîr", kimisi "Kara Kazan", kimisi "Gül Yüzlü Efendim" (Çelebi) için Hakkullah toplar, köylünün harmanından nasibini alır giderdi.

    KARÂR: Arapça'da, dinlenecek yer, sebat, vs. gibi manaları ihtiva eden bir kelimedir. Hâlin hakikati konusunda tereddüdün kaybolmasına karâr denir.

    KARINCA ve SÜLEYMAN : Karınca, tasavvufta, herkesin kendi gücü oranında yapabileceği kadarını yapmasını temsil eden sembol bir hayvandır. Didinme ve çalışma, karıncanın özgün bir vasfı olduğu gibi, sufîde de aynı nitelik bulunmalıdır. Sufîlik yolunda meskenete yer yoktur. Bu konuda şu hikaye anlatılır: Topal bir karınca, düşe kalka Hacca gidermiş. Birisi "nereye gidiyorsun?" diye sormuş. "Hacca" demiş. Duruma şaşıran adam "bu halinle mi?" demiş. Karınca şu karşılığı vermiş: "Varamasam da, yolunda ölmek var ya!".
    Yine Hz. Süleyman'ın ordusunun karıncaları çiğnememesi ile ilgili olay (Neml/15-19) da, karınca acizliğin, Hz. Süleyman da kudretin sembolü olarak yer etmiştir. Acizlik ve gücün karşılıklı alakasını Yunus Emre dizeleriyle anlatır:

    Canım, erenler yolu inceden ince imiş,
    Süleyman'a yol kesen, şol bir karınca imiş.

    KARÎBU'L-FETHİ'L-MÜBÎN: Apaçık bir fethin yaklaşması anlamına gelen, Arapça bir tamlama. İlâhî isimlere ait nurların tecellîlerinden ve velayet makamından kula açılan şey.

    KÂRİ DEDE: Kârî, Arapça'da okuyucu manasına gelir. Mevlevî tâbiridir. Kârî Dede, Mesnevî okurken, Mesnevî-hanların yanına oturup, beytleri okumak suretiyle onlara yardım ederdi. Bunun yerine Kâri-i Mesnevî unvanı kullanılırdı.

    KÂRİ-İ MESNEVÎ: Arapça, Mesnevî okuyan demektir. Mesnevî-hanlar Mesnevî okurken, yanlarına oturup, onlara takıldığı yerlerde yardım ederlerdi. Mesnevî-hanlar, Mesnevî'yi ezbere bilirler ve dersi ezbere yaparlardı. Sonraki dönemlerde, güçlü Mesnevî hafızları azaldığı için, yanıldıkları vakit hatırlatma işini yapmak üzere, elinde kitap tutan yardımcı bulundurulmaya başlandı. Mevlevîhanelerin bazılarında yanyana iki kürsü vardı. Birinde Mesnevî-han, diğerinde Kari-i Mesnevî otururdu. Ders, Kari-i Mesnevî'nin iki beyit okumasıyla başlar, sonra Mesnevî-han devam ederdi. Şayet Mesnevî-hanın okuma sırasında unuttuğu beytler olursa, bunu Kari-i Mesnevî hatırlatırdı. Daha sonra Kari-i Mesnevîlik bir paye haline gelmiştir. Ancak son devirlerde Mesnevî-hanın önünde Mesnevî bulunduğunu, unutunca, açıp baktığını, bu yüzden Kari-i Mesnevî'ye ihtiyaç kalmadığını görüyoruz. Ancak kürsü dibinde oturan Kari-i Mesnevî, ilk iki beyti oku***** derse başlama âdetini devam ettirmekteydi.

    KARRÂ-KURRÂ: Arapça, okuyucu demektir. Hafız, zâhid, sofu, kaba manada dinin zahirine bağlı olan kişi, ham ruh sahibi, İlâhî zevklerden anlamayan, cennete girme, cehennemden kurtulma amacıyla kulluk yapan adam. Dinin duygu yönünden nasibi az kişi.

    KÂSS-KUSSÂS: Arapça, hikayeci demektir, ilk zâhidlerin yaşadığı dönemden başla*****, camilerde, toplantı yerlerinde hemen her yerde, hikâye anlatarak, halkı etkilemeye çalışan bir takım vaiz ve zâhidler görülür. Bunların sûfilerle alâkası olmamakla birlikte, bir kısmı zühhad grubuna girer.

    KASANİYYE: Nakşbendîliğin kollarından biridir. Kurucusu, Şemseddin Ahmedü'l-Kâsânî (ö. 911/1505)'dir.

    KASD: Bir şeye teveccüh etmek, yönelmek manasına gelen Arapça bir kelime. Tasavvuf ıstılahı olarak, sevgilinin hoşnutluğunu bulmak üzere, herşeyden sıyrılmaya azmetmek ve bütün iradeyi bu yöne sarfetmek.

    KÂSE: Farsça, kadeh demektir. Sülük hâlinde, sâliki mest eden vahdet (birlik) şarabının (tecellîlerinin) kadehi. Aşık kişinin kalbi, bu tecellîlere mazhar olan kadehtir. Kalbin anatomik yapısı, kadehi andırır olması ilginçtir. Murakabe halindeki sûfinin kalb kadehi, çeşitli tecellî nurlarının döküldüğü bir yer halindedir. Bu tecellî, düşünülen şeyin kalbe inmesi, tesir etmesi ile hissedilebilir.

    KASIK NİYAZI : Yunanistan Bektaşîleri kendilerini Seyyid Ali Sultan'a nisbet ederler. Bunların yaptıkları kasık niyazı şu şekildedir: Parmaklar düz ve bitişik, parmak uçları aşağıya eğik olarak, eller iki böğür üzerine konur. Omuzlar biraz vücûttan ayrılır. Sağ ayak parmak ucu, sol ayağın baş parmak ucunun üzerine konur (mühürlenir).

    KASIMİYYE: Râşidiyye-i Şâziliyye'nin kollarından biri. Kurucusu, Şeydi Ebu'l-Kâsım el-Gazî es-Selmâs (ö. 981/1 573)'dır. Bu tarikata Gâziyye de denir. Zira kurucusunun isimlerinden birisi, Gazi'dir.

    KASM: Kırmak, helak etmek, mahvetmek anlamına Arapça bir kelime. Vâsıtî bu terimi şöyle tarif eder: Bütün işler kendi hakikatlarında, dehirler üzerinde zuhur eder. Bunu her kim kıdem şahidi ile müşahede ederse, bu müşahededen dolayı, kıdemin mukabili yok olur.

    KASRİYYE: Ebu'l-Hasan ismail b. el-Hasan b. Abdillah el-Kasrî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

    KASRİYYE: Ebû Muhammed Abdillahi'l-Celîl b. Musa b. Abdi'l-Celîl el-Ensârî el-Üveysî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kurucusunun Kasrî nisbesine sahip oluşu, kurduğu okulun bu isimle anılmasına sebep olmuştur.

    KASSÂRİYYE: Kurucusu, Ebu Salih Hamdun b. Ahmed b. Ammâratü'l-Kassâr (IX. yüzyıl)'dır. ilk Melâmîlik bu zâta atfolunur.

    KASVET : Arapça, sertlik, katılık, duygusuzluk gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvuf yolunda yeni olanlar, telvin ve hâl gereği çabucak hislenir, duygulanırlar, ancak ileri mertebelere ulaşan temkin sahibi kişiler, hislerini belli etmezler. Hz. Ebû Bekir Kur'ân okurken ağlayan birine, "bir zamanlar biz de böyleydik, ama kalbimiz kasvetlendi" demiştir. Kasvet, arifler için bu şekilde mükemmelliği ifade ederken, âbidler hakkında acımasızlık anlamına gelir.

    KAT' : Arapça, kesmek anlamında bir kelime. Kulun,bağlı olduğu sebeplerle meşgul olmaktan uzaklaşmasıdır. Zira bu sebepler, kulu Allah'tan uzaklaştırır.

    KATNANİYYE: Rufaiyye'nin kollarından biri. Kurucusu, Seyyid Hasanü'l-Katnânî'dir. Rufaîliğin diğer kollan şunlardır: Nuriyye, İzziyye, Fenâriyye, Bürhaniyye, Cündeliyye, Cemiliyye, Dirîniyye, Atâiyye, Sebsebiyye, İmadiyye ve Kayyâliyye.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate Titan Full HD İptv


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  7. #7
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.396
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate Titan Full HD İptv 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 7 ::..
    KATRA: Arapça, damla anlamına bir kelime. İlâhî tecellîler, kalp, insân-ı kâmil, nokta.
    Ey Niyazi, katramız deryaya saldık biz bugün,
    Katra nice anlasın, umman anlar bizi. Niyâzî-i Mısrî

    KAVAMI': Arapça, birine sopa ile vuran zelil kılan, kahreden anlamlarını ihtiva eden çoğul bir kelime. İnsanı zelil kılan, kahreden her şey kavamı'dır. İnsanı zelil kılan bu şeyler nefs, tabiat ve hevâdan kaynaklanır. Kişiyi bu zilletten ancak, ilâhî destek ve semavî yardım kurtarır. Bu da, Allah'a seyr durumundaki inayete hak kazanmış kişilerde olur. "Uğrumuzda cihad edenleri, bize ulaşacak yollara hidayet ederiz" (Ankebût/69) ve "Takvalı bir hayat sürdürenlere, Biz, Hakkı batıldan ayırma yeteneği veririz" (Enfâl/29) âyetleri bu tür ilâhî yardıma işaret ederler.

    KAVM: Arapça, cemâat, topluluk demektir. Sufîler cemâati, mutasavvıflar grubu, arifler zümresi.

    KAVS-İ NÜZUL: Arapça, iniş yayı anlamına gelen bir tamlama. İlâhî vücûddan ayrılan nurun dört unsura (toprak, hava, su, ateş) geçişi durumu hakkında kullanılan bir tâbirdir. Buna mebde (başlangıç, temel, esas) de, denir. İnsan-ı kâmil ile ilgili bir devir (daire) teorisi vardır. Bu teoriye göre, süflî olan bu âleme gelen bir varlık, başlangıçta, cansız varlık (cemad), sonra nebat, sonra hayvan şekillerinde ortaya çıkarak, ondan sonra da insan-ı kâmil şekline girer ve Hakk'a ulaşır. Varlık, nasıl mutlak varlıktan çıkıp bu alçak ve düşük âleme indiyse, tekrar o âlemden çıkarak aslına dönme durumundadır, "iş O'ndan başladı (sonunda) yine O'na döner" sırrı budur. Bu dönüşüm hareketi bir daireye benzetilerek; Mutlak varlıktan bu süflî dünyaya doğru olanı, kavs-i nüzul (iniş yarım dairesi, yayı); süflî âlemden Mutlak Varlığa olan yükselişi ise, kavs-i urûc (çıkış yarım dairesi, yayı) diye ikiye ayrılmıştır. Sûfiler, bu görüşlerini çeşitli âyetlerle ispatlarlar. Onlardan biri şudur: "O (Allah)ki, yarattığı herşeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini nutfeden, hakir bir sudan üretmiştir. Sonra onu şekillendirmiş, ona Kendi ruhundan üflemiştir.." (Secde/7-8)

    KAVS-İ URÛC: Arapça, yükselme yayı manasına gelen bir ifâde. İlâhî vücûddan ayrılan nurun, dört unsurdan geçtikten sonra, tekrar aslına dönüşünü ifade eder. Buna me'âd ve kavs-i su'ûd da denir.

    KAVUK : Eskiden kullanılan başlık. Fes, takke ve benzeri başlıklara sarık sarmak suretiyle ilim adamları sınıfının giydiği bir giyim formu idi. İçi boş manasına kof ve kav kelimelerinden, başa giyilen bir başlık diye de tanımlanmıştır. Yeniçerilerin çeşitli kavukları vardı. Vezirlerin giydiği kavuğa, kallavî denirdi. Bazı kavuk türleri şunlardır: Horasanî kavuk, Mücevveze, Molla kavuğu, Telli kavuk, Işkırlak, Murabbaî, Tepeli kavuk. Daha sonraları başlık olarak fes yaygınlaşmıştır. Başlıklar meslekî ve sosyo-politik açıdan farklılık arzederdi. Ümera, börk üzerine sarık; asker ağaları, kuka; subaylar kalafat; neferler keçe ve hartavî kavuklar giyerlerdi. Bilim adamları tepeli kavuk; kâtipler, Katibî tarzında kavuk; hocalar Horasanî kavuk kullanırlardı.

    KAVVÂL: Arapça, çok söz söyleyen, manasına bir kelime. Sûfiyye meclislerinde, kavvâl adı verilen kişiler, bugünün mevlidhanlarını bir parça andırır tarzda derin, tasavvuf! ve felsefî şiirleri oku*****, topluluğu heyecana, tefekküre ve vecde getirirlerdi. Osmanlı ıstılahında bu, çok konuşan, çalçene ve geveze kimseler için kullanılır olmuştur.

    O makûle mütecasir kavvâl
    Münkariz oldu deyü cümle rical.
    Sümbülzâde Vehbî

    KAYGUSUZ: Tasasız, dertsiz anlamına Türkçe bir kelime. Bektaşî edebiyatının en güzel şiirlerini yazan Kaygusuz Abdal ve Kaygusuz Sultan'a, kısaca Kaygusuz denir. İslam'a aykırı gibi görülen şatah ibareleri vardır. Şiirlerinde esrarı över. Halk arasında Kaygusuz'un esrara düşkünlüğü söylenegeldiğinden, rakıya "Akyazılı" dedikleri gibi, esrara da "Kaygusuz" adını takarlar. İçiciler, yabancıların yanında bu ismi kullanırlar. Mesela: "Geçen gün kaygusuz haktaydı. Filan adama rastladım, o bulmuş, beraberce gördük (yani beraberce duman altı olduk, veya duman çektik)" sözleri, bu kullanıma örnektir.

    KAYLULE: Öğle vaktinde uyumak veya o vakit süt içmek anlamına gelen, Arapça bir kelime. Vahdetin çoklukta müşahedesi, çokluğun vahdette müşahedesi tecellînin doğması ile olur. Bu durumda Allah'tan gayri şeyler ve kesret yok olur. İşte bu kesret ve mâsivanın yok oluşuna kaylule denir.

    KAYYUM: Her şeyi koruyan, tutan manasına Arapça bir kelime. el-Kayyûm, Allah'ın isimlerindendir. Allah'tan başkası bu isimle vasfedilmez. Kelime, Arapça'da mübalağa kalıbındadır. Çokluk, mübalağa ifâde eder. Bu isim, Kur'ân'da şu şekilde geçer: "O, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. O, Hay'dır, Kayyûmdur" (Bakara/255). Kıyam kelimesi, devam manasına da gelir. Sühreverdî Heyâkilü'n-Nûr'da, bu isimle bir duada bulunur: "Ey Kayyûm, bizi Nur ile destekle, bizi nur üzerinde devamlı kıl, bizi nurda haşreyle, isteklerimizin sonunu, Senin rızân kıl, niyetlerimizin
    nihayetini, bize söz verdiğin kavuşma (lika) eyle, karanlığın kapısındaki esirler, devamlı rahmetini bekliyorlar, hayır umuyorlar". Camide temizlik işiyle görevli kayyım ile kayyûm kelimesi birbirine karıştırılmamalıdır.

    Kereminden o Kâdir-i Kayyûm
    Eylemez hiç kimseyi mahrum.
    Fuzulî

    KAZANCI DEDE : Mevlevîlikte mutfak, yeni dervişler için ilk terbiye ve hizmet mahallidir. Mutfağın en kıdemli ve önde gelen görevlisine Kazancı Dede denirdi. Bu zat sertabbâh (başaşçı)'nın muaviniydi. Kazancı Dede, çilesini bitirmiş yetenekli kişiler içinden seçilirdi. Mevlevîliğe girmek isteyenler, Kazancı Dede'ye müracaat ederlerdi. Dede, ona "dervişlik zordur, çileyi kırmak (yarıda bırakmak) iyi değildir. Dervişlik âteşten gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak, döğülmek, haksız yere söz işitmek vardır. Dervişlik, ölmezden evvel ölmek demektir. Bunlara dayanabilirsen gir" derdi. Dervişlikte ısrar eden kişi için şeyh efendiden izin, yeni girenden de ikrar alınırdı. Kazancı Dede, zaman içinde yükselerek Sertabbâh (Başahçı) olurdu.

    KAZANCI POSTU : Kazan kelimesinin aslı kazgandır. Mevlevîlikte, Kazancı Dede'nin oturduğu özel posta, Kazancı Postu denirdi. Bu postun rengi beyaz olur ve mutfağın giriş kapısının tam karşısındaki yerde, serili olarak dururdu.

    KAZANLIĞA KAPATMAK: Lokma kazanının bulunduğu bodruma, edebsizlik eden dervişleri kapatırlar, bir süre burada tutarlar. Buna, kazanlığa kapatma cezası, denirdi.

    KAZANLIK: Mevlevî tâbiridir. Mutfağın altında lokma kazanının bulunduğu bodruma, kazanlık adı verilirdi. Burası, edeb dışı davranışta bulunan dervişleri cezalandırmak üzere, bazan hapishane olarak da kullanılırdı.

    KAZAN YATAĞI: Mevlevî tekkelerinde, mutfak âlet ve edevatının bulunduğu yere denir.

    KAZERUNİYYE: Ebû İshâk İbrahim b. Şehriyâr el-Kazerûnî (ö. 426/1034) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kurucusunun adına izafeten İshâkiyye de denir. Bu okulun esaslarından biri de, gayr-i müslim kişileri İslâmlaştırmak idi. Osmanlı Devletinin kuruluşuna tesadüf eden yıllarda, Bursa'da bir ishâkhâne kurulduğunu bilmekteyiz.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate Titan Full HD İptv


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  8. #8
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.396
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate Titan Full HD İptv 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
    ..:: 8 ::..
    KEBAİR: Arapça, büyükler demektir. Kulların cehenneme girmesine âmil olan ağır günahlara, kebair denir. Genel görüşe göre bunlar on yedidir. Dördü kalp amelidir: Şirk, günahta ısrar, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın mekrinden emin olmak. Dördü dildedir: Yalan yere şahitlik yapmak, namuslu kişiye iftirada bulunmak, bâtıl yere, yalan olarak yemin etmek, büyü yapmak. Üçü midede olur : İçki içmek, haksız yere yetim malı yemek, faiz yemek. İkisi, zina ve homo****üelliktir, ikisi eldedir: Haksızlık ve adam öldürmek. İkisi de savaştan kaçmak, anayı babayı üzmektir. Sûfiyyenin önemli bir bölümü, iman sahibi ehl-i kebairin cehennemde sonsuzadek kalmayacağı kanaatindedir.

    KEBÎRİYYE: Ebû Abdullah Muhammed b. Hafif eş-Şirâzî (ö. 371/982) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Şeyhu'l-Kebîr unvanıyla tanınmıştır. Tarikatının Kebirîyye adıyla anılması, bu unvanından kaynaklanmaktadır. Bu tarikat Cüneydiyye'nin koludur.

    KEFÂF, KEFÂF-I NEFS: Arapça, yeterli miktarda olan, bir şeyin misli ve miktarı, vs. gibi anlamları içeren bir kelime. Nefse engel olmak, onu isteğinden men' etmek, kefâf-ı nefs olarak değerlendirilir. Tasavvuf ehline göre her şeyin yeterli miktarınca olması ve israfa kaçmamak büyük önem arzeder. Hz. Peygamber (s)'in "Allahım! Bana rızkı yeteri (kefâf) miktarda ver" şeklindeki, duası, bunu gösterir. (Müslim, Zühd, 19). Kefâf, lüksten kaçma, aşırılıkları törpüleme, nefsin, doymak bilmez iştah ve arzularına gem vurma, aza kanaat gibi konuları bünyesinde topla*****, israfa karşı çıkma hususunda farklı bir boyut getirmiştir.

    KELAM: Söz anlamında Arapça bir kelime. Tasavvuf ıstılahı olarak, taayyün, belirme, zahir olma, meydana çıkmayı ifade eder.

    KELİMAT: Arapça, kelimeler demektir. Cevheri hakikatin meydana çıkarak, var (mevcut) haline girmesi. Kavlî ve vücûdî kelimeler olmak üzere iki kısımdır. Kavlî kelimeler insanî nefsin üzerine, vücûdî kelimeler Rahmanî nefsin üzerine vâkidir. Rahmanî nefs, heyulânî cevher gibi âlemin şekilleridir. O, tabîi aynlar değildir. Bütün varlıkların şekilleri, Rahmanî nefsin üzerinde ortaya çıkar, ki bu da, vücûddur.

    KELİME: icâd altına giren İlâhî ilimdeki sabit öz (ayn) lerden bir öz (ayn)'dür. Kelimetü'l-Hazre, "Kün: Ol" a işarettir. Kün, küllî irâdenin şeklidir. Kâşânî'nin bu tarifine göre, hazır oluş kelimesi "kün"dür.

    KELİME-İ TEVHİD: Arapça, birleme kelimesi demektir. Allah'ın birliğini ifade eden, "Lâilâhe illallah" için kullanılan bir tâbirdir. Sûfilere göre bu tâbir, üç mânâya gelir: 1. La ma'bûde illallah: Allah'tan başka ma'bud yoktur: 2. La maksûde illallah: Allah'tan başka istenecek yoktur: 3. La mevcûde illallah: Allah'tan başka varlık yoktur.
    La ma'bûde illallah: Hak olan ma'budu isbât, bâtıl olan ma'budu silmek (nefy) demektir. Bu, tevhid-i avamdır. Hak olan ma'bud, şüphesiz ki Allah'tır. Bâtıl olan ma'bud ise, insanların yapıp taptığı put ve benzeri şeylerdir.
    La maksûde illallah: Her şeyde ve her hâl ü kârda istenen sadece Allah'tır, demektir. Buna tevhid-i havass denir.
    La mevcûde illallah: Allah'tan başka hakiki mevcut yoktur.Mevcudatın hepsi, adem (yokluk) aynasında vücud-i zıllî (gölgeden vücud) ile mevcut demektir. Bütün tarikatlar, kelime-i tevhidi (La ilahe illallah) zikir olarak benimsemiş iken, Mevlevîler, "Allah" kelimesini çekmişlerdir. Zikrin en efdali, Lailahe illallah'tır, ancak, namaz, oruç gibi ibadetleri yapmadan, islâm'ı yaşamadan bunu vird olarak, zikir olarak çekmek bir fayda sağlamaz. Bu konuda imam-ı Gazalî şöyle der: "Bu tür zikirler, ey ateş, ey su, ey ekmek diye akşama kadar bağırmaktan farksızdır, fâidesi yoktur. Öyle bağırıp çağırmakla, ne bir ateş gelip seni ısıtır, ne bir su akıp gelerek seni sular, ne de bir ekmek gelip senin karnını doyurur".

    KEMAL: Arapça, olgunluk demektir. Sıfat ve sıfatın asarından, Hakk'ı tenzih etmek üzere kullanılır, bir tâbirdir. Bir şeyin bütün cüzlerinin, yerli yerinde ve tam olması mânâsına gelir. Allah'ın kemali, mâhiyetinden ibarettir. O'nun mâhiyeti de, idrâkin dışındadır. Allah'ın olgunluğunun sonu, ucu bucağı yoktur. Allah'ın olgunluğu, yaratıklarmkine benzemez. Zira varlıkların olgunluğu, zatlarmdaki mevcut mânâlarladır. Bu mânâlar, zâtlarının gayridir. Allah'ın olgunluğu, zâtına eklenen mânâlarla değildir.

    KELLE SAĞ OLSUN, CİHANDA BİR KÜLAH EKSİK DEĞİL (BAŞ SAĞ OLDUKÇA KÜLAH BULUNUR) : Sufî- lerin taçları, arakiyeleri, şeyh tarafından tekbirlendiği için ona yabancı eli değdirmezler. Eskir yıpranır, giyilemeyecek hâle gelince, dergâhın mezarlığına ***ürüp gömerler. Gömme durumunda kalan dervişlerden bazısı, yenisini elde edemedikleri için başı açık gezmişlerdir. Bunlardan birine, "niçin başın açık geziyorsun?" dendiğinde, "baş sağ oldukça külah bulunur" karşılığını vermiş, bu söz sonradan atasözü haline gelmiştir.

    KEMALİYYE: Halvetiyye'nin Bekriyye kolunda meydana gelen üçüncü şubenin adıdır. Kurucusu Şeyh Muhammed Kemâleddin'dir. Bu zât, Bekriyye şubesinin kurucusu, Şemsüddin Mustafa el-Bekrî'nin oğludur. Tarikattaki sülûkunu babasından tamamlayıp, yine ondan icazet ve hilâfet almıştır. Doğum tarihi 1727, doğum yeri Kudüs'tür. Vefatı 1784'te Gazze'de vuku bulmuş olup, mezarı oradadır. Şâirdir. Divânı vardır.

    KEMAN EBRU: Farsça, keman kaş demektir. Sâlikin işlediği bir kusur nedeniyle derecesinin düşmesi ve bundan sonra da ilâhî yardım ve cezbelerle, eski hâline yeniden dönmesi. Düşüş ve çıkış kavisli bir çizgi takip eder. Sevgiliden gelen ve sevenin isteyerek katlandığı eza ve cefâ.

    KEM NAZARLA BAKMAK : Birisine kötülükle bakmak, tasavvufî edebe aykırı olan bir davranıştır. Sûfi, herkese iyi nazarla, hüsn-i zanla bakmak zorundadır. Sûfînin kötü nazarla bakması gereken tek şey, kendi nefsi ve onun hevâsıdır.

    KEMER : Kadirî ve Rufaîlerin bellerine sardıkları kuşağa denir. Kemerin genişliği sekiz-on santim olup çuhadan yapılmıştır. Ön tarafında, parça parça dikilmiş meşin üzerine üç sıra halka takılırdı. Kemerin öteki ucuna çengel konur ve bu çengeller halkalara iliştirilirdi. Kemeri, şeyhten bey'at almış dervişler kuşanırdı. Şeyh bu kemeri tekbirlerle takardı. Kemer, evliya hizmetine bel bağlayış sembolüdür. Kemeri sıkmak, canla, başla tasavvuf! yolda çaba göstermek demektir. Gayret kuşağı, gayret kemeri ve bunu kuşanmak, hizmete bel bağlamak anlamına gelir. Medreselerde, talebelerin hizmetlerine bakmak üzere seçilmiş özel kişiye, kemer denirdi. Bu görevi üstlenen öğrenci, imaretten çorbayı alır, medreseye getirir, dağıtır, temizlik vs gibi diğer hizmetlere de bakardı. Bu talebe müderris ve öğrenciler arasında elçilik görevi yapardı.

    KEMER-BESTE: Farsça, kemer bağlamış anlamına gelen bir terkip. Bektaşî rivayetlerine göre, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin başta olmak üzere onyedi oğluna kemer ve silah kuşatmış, her birine Esma-i Hüsnâ'dan birini telkin etmiştir. Onlar da, bu öğretildikleri ismi zikrederek savaşırlarmış. Bektaşî gülbanklarmda onyedi kemer-beste ifadesi bulunur. Ahmed Rif'at Efendi'nin Mir'âtu'l-Makasıd'ında, bu rivayetin hayalî olduğu kaydedilir, (s. 231-232).

    KEN'ÂN: Ortadoğu'da, bugünkü israil'e yakın bir yer. Hz. Ya'kub'un ikâmet ettiği bölge. Manevî âlem, melekût âlemi. Hz. Yusuf'un içine atıldığı kuyu, maddî ve cismânî âlemi; Ken'ân beldesi ise, kudsîler âlemini temsil eder. Beden karanlığına ve hapishanesine hapsedilen şerefli insan ruhuna da, Yusuf-ı Kudsî denir.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate Titan Full HD İptv


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

Sayfa 1/2 1 ... Son

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

Benzer Konular

  1. Tasavvufî terimler (g)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 4
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:14
  2. Tasavvufî terimler (h)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 17
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:12
  3. Tasavvufî terimler (ı-i)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 8
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:00
  4. Tasavvufî terimler (j)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 0
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 01:57
  5. Tasavvufî terimler (z)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 3
    Son Mesaj: 18.Mart.2014, 02:49

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Facebook platformu Giriş