DUYURU PANOSU
FORUMUMUZDA TİVİBU, D-SMART ,DİGİTURK-BEİN KANALLARI YERLİ - YABANCI PLATFORMLARLA İLGİLİ ,KART PAYLAŞIMI ,İPTV ,SERVER PAYLAŞIMDA BULUNMAK,HACK İLE KONULAR ve SPONSORLARIMIZ DIŞINDA HERHANGİ BİR ÜRÜN SATIŞI YAPMAK YASAKTIR 

İletişim


 WHATSAPP +905354035843


ERK@L


onlineuydudestek@gmail.com

×

NOTICE Bilgilendirme : Bu konu 4185 gün önce başlatıldı . Konu başlangınç tarihi güncel değilse Konu güncelliğini yitirmiş yada bu konu ile ilgili son cevap yazılmış olabilir. Eğer yazınız doğrudan bu konu ile ilgili değil ise yeni bir konu başlatmanızı tavsiye ederiz....

TASAVVUFÎ TERİMLER (H) ..:: 1 ::.. HA : Zât'm varlık, hazır oluş ve ortaya çıkış açısından düşünülmesi. HÂB :

Bu konu 34518 kez görüntülendi 17 yorum aldı ...
Tasavvufî terimler (h) 34518 Reviews

    Konuyu Değerlendir: Tasavvufî terimler (h)

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 34518 kez incelendi.

 
Sayfa 2/3 İlk ... 2 ... Son
  1. #1
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart Tasavvufî terimler (h)

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 1 ::..
    HA : Zât'm varlık, hazır oluş ve ortaya çıkış açısından düşünülmesi.

    HÂB : Farsça, uyku demektir. İradenin, beşerî fiillerde fânî olması. Hâb-ı gaflet: Gaflet uykusu.

    HABBE: Arapça, tane manasına gelir. Habâb, su üzerinde oluşan kabarcıklara denir. Fındık büyüklüğünde veya daha küçük, akîk veya Necef taşından yapılmış tanelere denir. Bunlar yuvarlak veya kesme olur. Bu taneler ince ve gümüş bir zincire geçirilir. Düşmemesi için, aşağı ucunda, gümüş telden bir yuvarlak bulunur. Üst kısmı da iğnelidir. Bu şekilde iki habbe, gömleğin veya Hayderiyenin sağ ve soluna takılır. Bunu "Hasan-Hüseyin Sevgisi" ne işaret olmak üzere, Bektaşîler kullanırlardı. Özellikle, Hz. Muhammed (s)'i, Fatıma'yı ve oniki imamın kabirlerini ziyaret eden Bektaşîler, sağ ve sollarına yedişer habbe takarlardı. Mevlevîlerde habbe kullanma âdeti olmamakla birlikte, 1887'de vefat eden
    Fahreddin Çelebi'nin fotoğrafında, göğsünün iki yanında birer habbe görülür. Bir de, susma eğitiminde kullanılan ve dil altına konan habbeden söz edilir.

    HABBETÜ'L-KALB: Arapça, kalbin habbesi, tanesi, Habbetü'l-Hadrâ: Yeşil habbe: Habbetü's-Sevdâ: Siyah habbe.

    HABİBİYYE : Kul, halktan ilgisini keser, Allah'ı kendisine dost edinirse, ondan teklif düşer diyen sahte sûfiler.

    HABİBİYYE: Suriye'de bir Rıfaiyye kolu.

    HABİBU'LLAH: Arapça, Allah'ın sevgilisi demektir. Hz. Peygamber (s)'in isimlerinden birisidir. Tazim ve hürmet maksadıyla kullanılır.
    Sevdi ol nuru, Habibim dedi Hak Hakânî

    HABL-İ METÎN: Arapça, sağlam ip. Kur'an-ı Kerim. İlâhî azamet. İlâhî hükümler.

    HABS-İ NEFES, HABS-İ DEM: Kan anlamına gelen dem Farsça, habs kelimesi ise Arapça'dır: Nefesi alıp içeride tutmak, ânı, zamanı korumak, bir bakıma durdurmak, hep aynı ânı yaşamak. Nefy-ü İsbât zikrinde, sâlik, bir derin soluk alır, 21 Kelime-i Tevhidi zihnî olarak ağır ağır çeker ve bu sırada soluk üzerine soluk almaz.
    Risale-i Bahâiyye'de, kalble yapılan zikrin dört çeşit olduğu kaydedilir: 1. Allah kelimesi, nefes ciğerde tutulup bırakmaksızın, kalp ile (tefekkürî olarak) çekilir, 2. La ilahe illallah (Kelime-i Tevhid), nefes ciğerde tutulmadan, normal soluk alış verişleri devam ederken çekilir, 3. Kelime-i Tevhid, nefes ciğerde tutulmak kaydıyla, kalbden (zihnen) çekilir, 4. Kelime-i Tevhid, nefes habsedilerek zikredilir. Hoca Bahâeddin, Hoca Muhammed Pârsâ'ya, gizli zikri öğretirken, onun kafasını suya sokar "şimdi zikret bakalım" der. O da ağzını açamadığı için, zikri, düşünce planında çekmek zorunda kalır. O durumda ağızdan ne hava çıkmakta, ne de girmektedir.

    HAC: Arapça, gelmek, kastetmek vs. gibi çeşitli anlamları olan bir kelime. Şer'an, bilinen bazı şartları taşıyan iman sahibi kişilerin, senenin belli zamanlarında (Zilhicce ayı), belirli kurallara u*****, Mekke'de Ka'be'yi ziyaret etmesine, Hac denir. Allah'a ulaşmak üzere yapılan, mânâ planındaki yolculuğa da, Hac denir. Derviş, bu haccında, varlık diyarından yokluk diyarına hicret eder, yolculuk yapar. Noksanlıktan olgunluğa erer. Mikatta, riya gösteriş elbisesini soyunur, takva elbisesini bembeyaz pırıl pırıl olarak giyer; dünyadan sıyrılır, Arafat'ta arif olarak durur, Hakk'ın âfâk ve enfüsteki âyetlerini müşahede eder, nefs koçunu (veya hayvanını) Mina'da keser, kurban eder, nefsinin şeytanî yönünü cemrelerde taşlar, törpüler, Safa tepeciğinde saflık, Merve'de mürüvvetliği elde eder. Ka'be'de Allah'ın haremine girer, manevî neş'e ve ruhanî ferahlık bulur. Hac ibadetindeki çeşitli uygulamalar ile, manevî olgunluğu elde etme yolu (tasavvuf) arasında, bu tür sembolik benzeşimlerin bulunuşu, gerçekten çok ilginçtir.

    HACCACİYYE: Ebu'l-Haccâc Yusuf b. Abdurrahmani'l-Kuşeyrî'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.

    HÂCEGÂN TARİKATI: Nakşbendiy-ye Tarikatı'nın bir diğer adı. Hâcegân, Farsça'da, "hoca" kelimesinin çoğulu olup "hocalar" manasına gelir, iran kültür çevresinde bilim adamları için bu tabir kullanılır. Bu tasavvuf okulunun liderlerinin, tamamen ilmiyye sınıfına mensub olması münasebetiyle, Hâcegân (veya hocagân) Tarikatı diye anılmıştır. Hoca Abdülhalık Gucdevanî (ö. 1179-80)'nin fikirlerine dayanır.

    HÂCE: Farsça, hoca, âlim, bilgin demektir. Çoğulu Hâcegân veya hocagân'dır. Nakşîliğin erken dönemlerinde, Orta Asya'daki şeyhlerin bilim adamı oluşu sebebiyle, onlara hoca, hâce gibi isimler verilmiştir: Hoca Bahâeddin Nakşbend, Hoca Abdülhalık Gucdevanî, Hoca Arif Rivgirî, Hoca Yusuf Hamedanî vs. gibi. O dönemde Nakşîlik, bu sebeple Hâcegâniyye adını almıştır. Kısacası, Nakşîlik, ilim adamlarının yönettiği bir tasavvuf okuludur.

    HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insandaki latifeden ibarettir. Hacer-i Esved'in siyah rengi alışı, tabîî gereklilik sonucu, değişimi sebebiyledir. Bir hadis-i şerifte Hz. Rasûlullah (s) şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha beyaz renkte olmak üzere indirilmişti. Ademoğullarının hatâları, zamanla onu kararttı." insanî latîfeden ibaret hacer, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz insanı en güzel kıvam üzere yarattık" (Tîn/4) âyeti bu mânâyı içerir, insanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır. İşte bu mânâda olmak üzere "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tîn/5) denmiştir.

    HACET : Arapça, ihtiyaç duyulan şeye denir. Bunun mukabili, fuzûl olup, kendisine ihtiyaç duyulmayan şey demektir. Meselâ bir kat elbise hacet, ikincisi fuzûldür. Yine sufilere göre, bir don, gömlek nefsin hakkıdır, ancak bunun üzerine elbise giymek hacettir, zaruret değildir. Bu durumda, (1) Don, gömlek (tepeden tırnağa olan uzun gömlek) giymek: Nefsin hakkı, zarurî (2) Bunun üzerine elbise: Hacet, (3) İkinci elbise: Fuzûl.

    HACIM SULTAN MAKAMI : Bektaşî deyimidir. Meydan'daki makamlardan biridir. Hacım Sultan Makamı'na aynı zamanda, "Meydan Taşı" da denir. Her makamda niyazda bulunulduğu gibi, burada da niyaz olunurdu. Nasib alan tâlib, kılavuzunun delaletiyle bu makamın ne olduğunu şu şekilde öğrenirdi: "Buna Meydan Taşı derler. Hz. Pîr Efendimizin meydan celladı deyu nasb buyurdukları, elinde kudret kılıcı ile duran Hacım Sultan Makamı'dır. Bu, terbiyesiz, edebsiz, erkânsız olanları yalancılık ve yolsuzluk edenleri, terbiye edip yola gelinecek makamdır. Bu makamda terbiye ederler".

    HÂCİB-İ HAK: Arapça, Hakk'ın kapı bekçisi anlamında bir ifade. Mürşid-i Kâmiller, kulu Allah'a ulaştıracak metodu (tarikatı, menheci) bilen ve öğreten mütehassıs öğretmenlerdir. Onların ihsana veya vuslat'a ulaştırmadaki metodlarına uyanlar, sonunda bir Yunus, bir Mevlânâ olur. Bu şekli ile mürşid, kul ile Allah arasında öğretmenlik görevi yapan biri olarak görülür, ibn Sina, "Allah'ın huzuru, gelişi güzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır" demiştir. Tasavvufta bu ulu makama, bir öğretmen ve bir usûl dairesinde girilmesi gerektiği kanaati, önem arzeder.

    HÂCİS: Arapça, akla veya hatıra gelen şeye hâcis denir. Çoğulu hevacis'tir. Kâşânî hâcis'i, nefsanî düşünceler olarak tanımlar. Kalbe gelen ilk his veya düşünceye de, hâcis denmiştir. (Hâtır-ı Evvel). Buna, genellikle iyi ve hayırlı olarak kabul edildiği için, Rabbânî Hatır adı da verilir. İlk hatır genelde isabetli olur, hatalı olmaz. Bu hatır, nefsde gerçeklik kazanırsa irade, kalbe yönelmesi durumunda kasd, kuvveden çıkar tahakkuk mevkiine geçerse, niyet adını alır. İrade, himmet, azim, kasd, hâcis'in çeşitli şekilleridir.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  2. #9
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 9 ::..
    HAVATIRİYYE: Nureddin Ali b. Meymûn el-idrisî (ö. 917/1511) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Medyeniyye'nin kollarından biridir.

    HAYA: Arapça, utanmak manasına bir kelime. Nefsin bir şeyden çekinmesi ve o konuda yerilmekten korkarak terketmesidir. İmanî haya, mümini günah işlemekten alıkor. Zira o,
    Allah'tan korkar. Bir de nefsanî haya vardır ki, edeb yerinin ortaya çıkmasından utanmak bu kabildendir. Hayanın imanla bağıntısına dikkat edilirse, imanı olanın hayası, imanı olmayanın da hayasızlığının söz konusu olduğu görülür. Zira, Hz. Peygamber (s) "Utanmak yani haya imandandır" buyurmuştur.

    Birisi bahr-i atadır birisi Kulzum-ı Dâd
    Birisi kân-ı hayadır, birisi genc-i sühâ
    Nâzım

    HAYAL: Arapça, düş, görüntü, aslı olmayan görüntü manasına gelir. Vahdet-i vücud felsefesinde, hayal vücudun aslıdır. Hayal sebebi ile olmadıkça, Hakk'ın esma ve sıfatı olmaz. Hayalde, Ma'bûdun ortaya çıkışının olgunluğu vardır. Hayal, bütün âlemlerin aslıdır. Hz. Peygamber bu konuda "bütün insanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar" der. Yani, dünyada iken üzerinde oldukları hakikat, onlara açılır, böylece dünyada iken uykuda olduklarını, uykudaki insanın dış dünyanın gerçekliğinden haberi olmadığı gibi, dünyadaki hakikatlerden gafil ve uzak olduklarını anlarlar. Zira, ölümle küllî uyanıklık husule gelir, üzerine gaflet çekilmiştir. Bu çekilen gaflet de, uykudur. Âlemlerin aslı hayal olduğu için, bütün ümmetler, bulundukları âlemde hayal ile kayıtlıdırlar. Dünya ehli, me'âş ve meâd (dünya ve ahiret) hayali ile kayıtlıdır. Allah'la beraber olduğunun bilincine ulaşan (yani O'nunla hâzır olan) kişi de, uyanıktır. Böylece kişilerin uyanıklığı, Allah'la beraber olma bilincinin gücü ile doğru orantılıdır; ihsanda ilerledikçe, uyanıklığı artar. Allah tefekkürü ve bilincinden uzaklaştıkça da, uykusu yoğunluk kazanır. Bütün âlemlerin, bu şekilde, üzerlerinde uyku bulunduğuna hükmolunmuştur. O halde, bundan hareketle, âlemlerin (Âlem: Allah'a işaret eden manasınadır) tümünün hayal olduğuna hükmetmek gerekir. Zira, uyku, hayal âlemidir.

    HAYAT: Arapça, canlılık, dirilik manasınadır. Bir şeyin kendi nefsi sebebiyle varlığı, onun tam hayat sahibi olmasıdır. Kendinden başkası sebebiyle varolanın hayatı, izafî (bağıntılı) dir. Allah kendi nefsinden dolayı vardır, ve O, diridir. (Hay), hayatı, tam hayattır, O'na ölüm dokunmaz. Mahlûkat, Allah'tan gayri varlıklardır. Onların hayatı, izafî hayattan başkası değildir. Bu sebeble onlar ölümlü ve fânidirler. Ayrıca, mahlûkat içinde Allah'ın hayatı tam diridir. Ancak mahlûkat, bu tam dirilik konusunda farklılık arzederler. Bunlardan bir kısmı kendi nefsi ile vardır (mevcuttur) ve mevcut olduğu bilinir. Lakin bunun vücudu (varlığı), yakınlığa bağlı (Allah'a yakınlık) olmadığı için, hakikî değildir. Burada kurbet (yakınlık), kendisi için değil Hak için var olmak demektir. Ancak kurbet (yakınlık) hayatı da, tam bir hayat değildir. Onlardan bazılarında, dış şekillerinde olmaksızın bir hayat zuhur eder. Bunlar diğer hayvanattır. Yine mahlukattan bir kısmının kendindeki hayat, bâtıl olur, hayvan, maden, bitki vb. gibi, kendi nefislerinden dolayı değil, başkasından dolayı mevcutturlar. Bütün varlıklar hayat sahibidir, diridir. Zira her şeyin varlığı, hayatının aynı (özü, aslı) dır. Aradaki fark; tam hayat sahibi olmak, noksan hayat sahibi olmaktır. Yani burada ölümün birleştiği ve ölümün birleşmediği hayat farkı, söz konusudur. Eşya, mertebesine müstehak olduğu ölçüdedir (miktardadır, durumdadır). Bir miktar azalma ve çoğalma ile bu mertebe yok olur. Varlık (vücut) ta hayat, tam olan hay (diri) dan başkası yoktur. Zira hayat, bir tek ayn (öz, asıl)'dır. Hayatta, noksanlığa, bölünmeye, değişime, atomlarına ayrılmaya yer yoktur. Hayat, her şeyde, kendinden dolayı mevcut olan bir cevher-i ferddir. Şey'in dilemesi, onun hayatıdır. O da, bütün eşyayı ayakta tutan, varlığını sürdürten Allah'ın hayatıdır. Bu da, varlığın Allah'ı teşbih etmesidir. Varlıktaki hayatiyet, devamlılık, onun teşbihidir. Ayet: "Yerde ve göklerde hiç bir şey yoktur ki O'nu hamd ile teşbih etmesin. Lâkin siz onların teşbihlerini anlayamazsınız", (lsra/44)
    Bazı sufilere göre hayatın üç derecesi vardır:
    1. ilim hayatı : Kalbin cehilden kurtulup ilimle dirilmesi.
    2. Hayat-ı cem' : Kalbin tefrika denilen esma ve sıfat tezahürlerinden kurtulup, Zât'a doğru bir noktada cem olup toparlanması. Bu mânâda, kalbin, Allah'tan gayri akla takılan şeyleri kovması, düşünce gücünü bir noktada konsantre etmesi söz konusudur.
    3. Hayat-ı Hak : Vücud hayatı demektir. Sufinin fena fillah ve bakâbillah makamına ermesidir.
    Bunlara ilaveten; şehidlik, zikir, tefekkür, mârifetullah ve aşk da, maddî bedenin ölümünden sonra devam edegelen bir tür dirilik (hayat) olarak kabul edilmişlerdir.

    HAYATİYYE: Şeyh Muhammed Hayatî Efendi'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Halvetiyye'den Ramazâniyye'nin bir koludur.

    HAY'DAN GELEN HÛ'YA GİDER : Burada Hayy, Allah: Hû, yine Allah demektir. Bu şekliyle mana "Allah'tan gelen, Allah'a gider" şeklinde olur. Veren de Allah'tır, alan da... Bu atasözü, daha ziyade, tesadüfen ele geçen, bedavadan emek sarfetmeden kazanılan şeyin değeri bilinmez, geldiği gibi kolayca elden çıkar, şeklinde kullanılır.

    HAYDAR (HAYDARİYYE): Göğsü ancak kavuşabilecek kadar dar, yakasız, kolsuz, bele kadar gelen bir üst elbisesidir. Bunun üzerine hırka giyilir. Omuz başlarına doğru sarkan ve birer kavis teşkil eden uçları vardır. Omuzbaşları karşılıklı ha (^), yaka dal (j), beden de rı (_,) harfine benzetilerek bu giysiye "Haydari" denmiştir.

    HAYDARİYYE: Şeyh Kutbüddin Haydar ez-Zevâcî'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.

    HAYDARİYYE: XIII. asırda iran'da Kalenderiyye'nin kolu olarak kurulan bir tasavvuf okulu.

    HAYDARİYYE : XIX. asırda kurulan (İran) bir esnaf tarikatı.

    HAYIR: Daha iyi, çok ve iyi servet, hayrı çok olan vs. gibi mânâlar ihtiva eden Arapça bir kelime. Tasavvuf açısından hayr, şu şekilde yorumlanır: Varlık sırf hayırdır; öz bakımından Allah'a istinâd ettiği için, sırf hayırdır. Yokluk ise, sırf serdir. Zâtı itibariyle, Allah'a dayanması yoktur. Zararlı olanı, yararlı olanla karşılarsan daha çok yararlı şey bulursun. Şerliyi hayırla karşılarsan, daha çok hayra nail olursun.

    HAYIRLARA KARŞI : Yolculuğa çıkan, giden kimse için kullanılan bir dua.

    HAYRET (veya HAYRAN: Şaşkınlığı ifâde eden Arapça bir kelime. Hayret, Allah hakkında hırslı olmakla, ümitsiz olmak arasında bir duraktır. Aynı şekilde, korku ve rıza, tevekkül ve recâ arasında bir duraktır. Hayret, derin düşünce ve Allah huzurunda, hakikat ehlinin ve ariflerin kalplerine gelen bir hâldir. Ariflerin bazısı, hayreti, kavuşma, onu iftikâr, onu da tekrar hayretin izlediği kanaatindedirler. Bunun manası: Tahayyürü recâ takip eder, onun peşinden arzulanan kavuşma gelir. Bundan sonra sufî Allah'a olan ihtiyâcı sebebiyle tekrar hayrete düşer. Zira Rabbi, Ganîdir, Samed (her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değil) dir. Kul ise noksanlı ve muhtaç durumdadır. Allah'a kavuşma isteğinin devamlı oluşu sebebiyle, daha önce düştüğü hayrete tekrar düşer. Arif, bu durumda, hayret ve kavuşma ile sürekli iftikâr (muhtaçlılık) halindedir. Marifet, hayret ve sıkıntıyı gerektirir. Arifin üzerinde hüzünler zuhur eder. Allah'a kavuşması arttıkça, bu yakınlıktaki uzaklığı da artar. Özetle ifade etmek gerekirse, hayret, Allah'ın gücüne, sun'una, hikmetine, karşı duyulan aşırı bir arzudur. Yaşanmadıkça bilinmez.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  3. #10
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 10 ::..
    HAYRU'L-BEŞER: En hayırlı insan mânâsında Arapça bir terkib. Hz. Peygamber Efendimiz (s) hakkında kullanılan bir tâbirdir.
    Bundadır bakî nişân-ı mu'ciz-i hayrü'l-beşer
    Tâk-ı Kisrâ nüsha-i milk-i mülûk-i gamkâr.
    Fuzûlî

    HAYZU'R-RİCÂL: Arapça, erkeklerin aybaşı hali anlamına bir kelime. Sâlik vecde gelip kendinden geçince, hayız gören kadınlar gibi, Allah'ın huzuruna çıkamaz (yani namaz kılamaz, zira teklifin muhatabı olan akıl, kendinden geçme hâlinde sâlikde yoktur). Yine sûfiler, keramet göstermeyi bir kadının aybaşı kanı gibi çirkin ve kaçınılması gereken bir durum olarak görürler. Olgunlaşmamış, henüz olgunluk yolunda ileryen, irşad seviyesine ulaşamamış, kişeler de, hayız halinde sayılır. İrşâd ehliyetini kazanınca artık er kişiler olurlar (rical). Bu mânâda olmak üzere, olgun kadınlara da, racül yani er kişi denir.

    HAZARAT-I HAMS: Arapça, beş hazret demektir. Kudret ve onun temsilcileri yerinde kullanılır. Bu, Allah'tan zuhur ve sudur eden varlıkların geçirdikleri beş âlemdir. Bu beş âlem şunlardır: 1. Mutlak Gayb hazreti. ilim hazreti alemindeki âyân-ı sabite, buradadır. 2. Gayb-ı Muzâf hazreti. Bu da iki kısımdır. 3. Ya mutlak gayba yakın olana muzâf olur. Bu ceberûtî ve melekûtî ruhlar âlemidir. Bunlar mücerred nefisler ve akıllar âlemidir. 4. Ya da şuhûd-ı mutlakaya yakın olana muzâf olur. Bu misâl âlemidir. Buna, melekût âlemi de denir. 5. Bu dört âlemi bir araya getiren, toplayan hazrettir. Bu âlem-i insandır. Öyle bir insan ki, bütün âlemleri ve ondaki varlıkları kendisinde toplamıştır. Özet olarak ifade etmek gerekirse,
    1. Alem-i mülk, alem-i melekûtun yani alem-i misal-i mutlakın mazharı,
    2. Alem-i melekût, âlem-i ceberut yani âlem-i mücerredâtın mazharı,
    3. Alem-i ceberut da, âlem-i âyân-ı sâbite'nin mazharı,
    4. Âyân-ı sabite, esmâ-i ilâhiyye, hazret-i vâhidiyye'nin mazharı,
    5. Esmâ-ı ilâhiyye ve Hz. Vâhidiyye, Hazret-i Ehadiyye'nin mazharıdır.
    Hazret-i Ehadiyyet veya mutlak gayb hazretinden, mülk âlemine yani âlem-i insana doğru ortaya çıkışları (zuhur) halinde teşekkül eden varlıklar hiyerarşisi. Yukarıdan aşağıya doğru tenezzülât-ı hamse tabiriyle anılır.

    HÂZIRİYYE: Bk. Hızriyye.

    HAZIRİYYE: Şeyh Süleyman el-Hazirî ez-Zübeyrî (ö. 965/1557) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin kollarından biridir.

    HAZM: Arapça, sindirme, hazmetme gibi anlamları olan bir kelime. Geniş göğüslü olmak, ufak tefek kusurları büyütmemek, üzerine düşmemek, herşeyi sızlanma vesilesi yapmamak, alıngan olmamak, mübalâtsız (gönülsüz) olmak.

    HAZMİRİYYE: Ebû Abdullah el-Hazmirî (ö. VIII/XIV. yüzyıl) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Hızriyye'nin kollarından biridir.

    HAZR-HADR: Arapça yeşil anlamında bir kelime. Tasavvuf? olarak bast'ı ifade eder. Hadr'ın mizâcî kuvvetleri, gayb ve şehadet âlemine yayılmış olup, ruhanî kuvvetleri de aynı durumdadır.

    HAZRA-HADRA: Arapça, hazır olmak, gelmek anlamında bir kelime. Kuzey Afrika'da yaygın olan Şaziliyye'nin zikir toplantılarına hazra (veya hadra) denir. Talebeler için yapılan günlük hazralarda, akaid, tefsir, fıkıh, hadis dersleri okunur. Bir de haftalık hazralar vardır. Şeyh, müridleriyle buluşur, topluca zikir çekerler. Eğer hazraya yabancı birisi katılırsa, Kur'an kırâeti ve tefsiriyle yetinilir. Yeni intisab eden talebelerin hazrasında, tasavvufî, ahlâkî, sosyal problemler ortaya arzedilip enine boyuna tartışılır. Şeyh, konu ile ilgili görüşünün ne olduğunu söyler. Müridler, yatsıdan gece yarısına kadar süren bu toplantılarda, çokça çay içerler. Hazra'nın sonunda yatsı namazı cemaatle eda edilir. Namazın akabinde "Lailâhe illallah", "velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyil-azim" vs. evrad ve ezkar çekilir. Toplantıya gelen mürid, ayakkabısını yanına alır, Şeyhini selamlayıp elini öptükten sonra, oturma adabına göre yerini alır. Diğer kardeşlerini eliyle selamlar, Bu sırada kısaca selamün aleyküm'le yetinir. Herkes, bulduğu boş yerde, anlatılanları sessizce dinlemek için oturmuştur. Hazra'daki mürid, başını Tâkiye (Ti harfiyle) denen bir örtü ile örter. Bu yoksa mendil kullanır. Ve törene başlanır.

    HAZRET: Hazır olmayı ifade eden Arapça bir kelime. Şeyhu'l-Ekber, Fütûhat'da (1/237-8) hazret-i ilâhî ve hazreti insanî'den bahseder, ilâhî hazretin kendine mahsus üç harfi vardır. Bu iki hazret sayıda ittifak halindedir.
    Vahdet-i Vücûd'da beş ilâhî hazretten bahsedilir: 1. Mutlak gayb hazreti. Âlem-i ilahiyye hazretindeki sabit ayn (öz)lar âlemi olup, mukabilinde mutlak şehâdet hazreti bulunur ki, bunun âlemi de, mülk âlemidir. 2. Muzâf gayb hazreti: Bu da ikiye ayrılır: 3. Mutlak gaybe yakın olan muzaf, gayb ki, âlemi, melekûti ve ceberûtî ruhlar âlemidir. Buna, soyut nefisler ve akıllar âlemi de denir. 4. Mutlak şehadete yakın muzâf gayb ki, âlemi, misal âlemidir. Buna melekût âlemi de denir. 5. Beşincisi de, bu dördünü kendinde toplayan hazret-i câmi'dir. Bunun âlemi de, bütün âlemleri ve onlarla olanı kendinde toplayan insan âlemi'dir. Bu hazretleri yediye çıkaran sûfîler de vardır.

    HAZRET-İ EHADİYYET: Arapça, Ehadiyyet (birlik)'in hazır oluşu demektir. Allah'ın sırf kendinden ibaret zâtı. Burada, sıfatlar ve isimler, söz konusu değildir, buna la te'ayyün (belirsizlik) mertebesi denir.

    HAZRET-İ VÂHİDİYYET: Arapça, Vahidiyyet'in hazır oluşu demektir. Hazret-i Ehadiyyetin ortaya çıktığı mertebe olup, Hazret-i ehadiyyetten sonra gelir.

    HAZRET-İ ESMÂİYYE: Arapça isimlere ait hazır oluş anlamındadır. Hazret-i Vahidiyyetin ortaya çıktığı mertebe olup, hazret-i Vâhidiyyetten sonra gelir.

    HAZRET-İ HÜVİYYET: Arapça hüviyyetin hazır oluşu demektir. Bu gayblerin gaybi hazretidir. Buna mutlak hüviyyet denildiği gibi, içlerin içi (batnu'l-bevâtın) hazreti de denir.

    HAZRET-İ İLMİYYE-İ AMÂİYYE : Amâ'ya ait ilmi hazır oluş anlamındadır, Arapça'dır. Bu uluhiyyet veya gaybu'l-guyub mertebesidir.

    HEBA: Arapça, toz anlamına gelir, içinde, âlemdeki bütün suretlerin açıldığı, şekillerin oluştuğu madde. Ancak, hebâ'nın vücudda bir ayn'ı yoktur. Sadece içinde bulundurduğu suretler bakımından vardır. Aslı bakımından yoktur. Bu yönüyle heba, adı olan amâ'ya, cismi bulunmayan Anka'ya benzer. Hebâ'ya heyula da denir. Heba, varlığın dördüncü mertebesinde bulunur. Ondan önceki üç mertebe ise, şunlardır: Akl-ı evvel, nefs-i külli, tabiat-ı külli. Hebâ'dan sonra külli cisim mertebesi bulunur. Hebâ-suret ilişkisi, beyazlık-beyaz ilişkisine benzer. Beyaz olmadan beyazlık anlaşılmadığı gibi, suret olmadan hebâ'yı anlamak mümkün olmaz. 125 asal element ise kainatın oluşumunun başladığı big bang (büyük patlama) dan sonra, bütün bir kozmozu kaplayan tek değerli helyum'dan meydana gelmiştir. Bir toz gibi (veya proto-plazma gibi) tüm kozmozu kaplayan helyumistik oluşum, acaba cisimlerin kendisinden çıktığı heba (toz) olabilir mi? incelemek gerek, düşünmek gerek. Modern kuvantum fiziği ve modern astrofizik çalışmalarının kainat (kozmoz)'ın formasyonunu Cobeu ve Hubble adlı uzay teleskoplarıyla hemen hemen ortaya koymuş bulunuyor. Modern ilimlerin söz konusu olmadığı, dokuz asır önceki zaman diliminde yaşamış islâm düşünürlerinin kozmogenisinin günümüz bilimsel verileriyle paralellik arzetmesi, gerçekten kayda değer... Konuyla ilgili diğer çeşitlemeler için sayın Mehmed Bayraktar (Prof. Dr.) beyefendinin "Modern Bilim ve Tasavvuf" adlı eserine ve Time dergisinin "Dark Matter" ile ilgili en son ilmî veriyi anlatan Mart-1995 sayısına başvurulabilir.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  4. #11
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 11 ::..
    HEDDAVE: Tazgird (Fas) de göçebeler arasında yaygın bir tasavvuf okulu.

    HEFNEVİYYE: Hafnalı (Mısır) Şeyh Şemsüddin Muhammed b. Salim b. Ahmed eş-Şâfii (ö. 1181/1767-8) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Cemâliyye-i Halvetiyye'nin koludur.

    HEFT SELÂM: Farsça, yedi selâm demektir. Nevruz günü, güneşin koç burcuna girdiği sırada içilecek süte, üzerinde Kur'an'da "Selâm" ifadesiyle başlayan yedi âyetin yazıldığı bir kâğıt konur ve bu içilirdi. Kur'an'da "Selâm" ifadesiyle başlayan yedi ayet şunlardır: 1. Râd (13), 24, 2. Yasin (36), 58, 3. Sâffât (37), 79, 4. Sâffât (37), 109, 5. Sâffât (37), 120, 6. Sâffât (37), 130, 7. Kadr (97), 5.

    HEMÂDİŞE: Zarhun (Fas)'da Cüzûliyye'nin bir kolu. XVIII. yy.

    HEMEDANİYYE: Kübreviyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Ali Hemedanî (ö. 787/1385) kurmuştur.

    el-HEMMÜ'L-MÜFRED VE'S-SIRRI'L-MÜCERRED: Teke indirilmiş kasıd, azm ve soyutlanmış sır anlamında Arapça iki sıfat tamlaması. Tasavvufta, bu ikisi aynı anlamda kullanılır. Kulun hemm'i (yani içindeki kasdı, azmi) onun sırrıdır, aralarında bir fark yoktur. Kul, nefis meşguliyetinden sıyrıldığı vakit, sırf Allah'a giden yola girmiş olur. Artık o, bütün dikkatini Cenab-ı Allah'a yöneltmiş olup diğer engeller onu oyalamaz. Kul, bu durumda hemm'i (azmi, kasdı) ve sırrı ile Allah'la meşguldür, işte, kulun çokluktan ve engellerden kurtulup, bütün varlığıyla Allah'a yönelişine, el-Hemmü'l-Müfred veya es-Sırru'l-Mücerred denir.

    HERALLİYYE: Ebu'l-Hasen Ali b. Ahmed b. ibrahim el-Herallî et-Tâcibî (ö. 481/1088) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    HERCAÎ MEŞREB: Farsça "hercâ", her yer demektir. Karakter yapısı açısından, her yere uyan kişiler için kullanılır. Bu tip kişiler sevilmez "eyyamcı veya eyyam adamı" diye anılır.

    HER CELÂLİN BİR CEMALİ, HER CEMÂLİN BİR CELÂLİ VAR : Bu sözde "muhakkak her zorlukla beraber, bir kolaylık vardır" (İnşirah/5-6) âyetine telmih vardır. Allah'ın âdetidir, sıkıntıyı önce gönderir, ardından da rahatlık verir. Bu yüzden bir sıkıntı gelince, onu takibedecek bir rahatlık ve kolaylığı sabırla beklemek gerek. Ayette de ifâde olunduğu gibi, "Allah daraltır ve genişletir". (Bakara/245) Kainat da önce bitişik (ratk) idi, sonra Allah onu ayırdı, genişletti (fatk) (Enbiya/30).

    HER FİR'AV'IN BİR MUSASI, HER MUSA'NIN BİR FİRAVN'I VARDIR : Bu atasözü ile, "Böylece, her nebi için cin ve insan şeytanlarını düşman kıldık..." (En'âm/112) âyetine telmihde bulunulur, iyiler, kötülerle imtihan olunurken, kötüler de, iyilerle doğru yola iletilir.

    HER GECEYİ KADİR, HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR BİL: Kul her zamanını değerlendirmek zorundadır. Yaşadığı şu hayatın her ânı, bir Kadir Gecesi gibi kıymetlidir. Zira zaman geçti mi, bir daha geri gelmez. Kuss İbn Saide'nin dediği gibi "Kullu âtin fât" (Her gelen gider.) Hızır, bir Allah dostudur. İslâmî literatürde tesbit edilmiş genel inanca göre o, bir tür dirilik (dikkat ediniz, bizimki gibi değil) sahibidir. Allah, inayetini, bazı kullarına onun üzerinden gönderir. Darda kalanlara karada Hz. Hızır, denizde Hz. İlyas () ile yardım olunur. Rivayete göre, Hızır en umulmadık yerde ve zamanlarda, en umulmadık şekilde zuhur ediverin Herkes Hızır olabilir. O halde herkese sanki Hızır'mış gibi saygılı davranmak gerekir. Bu atasözü, insan unsurunun ve sıkısıkıya bağlı olduğu zaman boyutunun önemini gösterir.

    HER GÖRDÜĞÜNE KAPILMA : Her gördüğün sakallıyı deden sanma, derler; zira insanlar, göründükleri gibi değildirler. Dışa bakarak hüküm vermemek gerek. Peygamberimiz (s) bir adam hakkında tam kanaat sahibi olmak için, onunla yolculuk veya alış-veriş yapılması gerektiğini tavsiye eder.

    HERKESİN İÇYÜZÜNÜ ALLAH BİLİR : Herkesin içi, diğerine göre gayb durumundadır. Sadr (iç) da olanı kul bilmez. Ayette de bu husus şöyle bildirilir: "Allah sadr (kalp, iç âlem) da olanı bilir". (Al-i İmran/154) İşte bu yüzden, dış görünüşte kötü gibi görünen kişi, iç âlemi itibariyle iyi olabilir. Bu hikmete dayalı olarak Allah, Hucurat suresinin 12. âyetinde hüsn-i zannı emretmiş, su-i zannı yasaklamıştır. Marifet ehli olanlar, bu yüzden hiç kimseyi kıramazlar. Hz. Rasulullah'ın (s), savaşta, düşman tarafından La ilahe illallah" diyen birini, takiyye yapıyor düşüncesiyle öldüren Üsame b. Zeyd'e söylediği "Onun kalbini yardın mı?" ifadesi, bu inceliği gösterir.

    HER ŞEYDEN ELİNİ ETEĞİNİ ÇEKMEK : Bu söz ile, dünyadan değil, dünya sevgisinden uzaklaşmak kastedilir. Geçiciyi kalıcıya feda etmek anlamında olmak üzere, madde ilahını, Vahid ve Kahhar Allah'ın huzurunda kurban etmek, tasavvufta esastır. Ancak Hıristiyan mistiklerinde görüldüğü gibi, bir ruhbanlık sözkonusu değildir. Sadece, sistemin adam yetiştirme yolunda, gerekli kurallarından biri olarak, hayatın küçük kesitlerinde (veya kesitinde) olgunlaşmak üzere, halvet (çile) uygulaması vardır. Bu da, ferdin topluma yararlı hale gelmesi açısından, bireysel değil toplumsal amaçlıdır. Ayrıca bu uygulama, ortalama 70 yıllık (yaklaşık 24.000 günlük) bir insan ömrünün sadece 40 gününe mal olur. Yani, bütün bir ömrün onbinde onyedisidir ki, bu fazla değildir. Bir insanın bir ömür içinde, tuvalette geçirdiği zaman miktarı bile, bu oranın 7-8 misli fazladır. Uyku ve yemek, taksi, otobüs yolculuğumuz, yaptığımız dedikodular ise, bundan kat kat fazladır. Olaya çok yönlü yaklaşılırsa, kulun insan olmak üzere, mükemmel varlıkla, yani Allah ile 40 gün başbaşa yaşadığı mahrem maceranın olumsuz olmadığı görülür. Şeriat ve hedefi açısından, bu tür bir uzaklaşmanın, olumsuz eleştiri konusu olmaması gerektiğini düşünüyoruz.

    HER ŞEYİ BİLEN, BİR ŞEY BİLMEZ : İnsanın bilgisi arttıkça, farkedeceği ilk gerçek şu olmalıdır: "Bilgim arttıkça ne kadar bilgisiz olduğumu anlıyorum" veya "bildiğim bir şey varsa, bir şey bilmediğimdir". Bir insan'ın her şeyi, mükemmel olarak bilmesi mümkün değildir. Bu durumda, hiçliğinin bilinci içerisinde mahviyet göstermesi, dâva sahibi olmaması gerekir, Zira "her ilim sahibinin üzerinde, çok iyi bir bilen (âlim) vardır" (Yusuf/76), o da Allah'tır.

    HER YEMEĞİN LEZZETİ TUZLADIR : Her yemeğin başında ve sonunda bir miktar tuz alıp tatmak, sünnettir. (Cami, II, 29) Hayatın tadı da, lezzeti de, çekilen çilelerledir. Hayatın çileleri, onu tadlandıran tuzudur. Tasavvufda tuz ile ilgili edeb önemlidir.

    Ey birader her taamın lezzeti tuzdan çıkar,
    Tuz-ekmek kadrin bilmeyen akıbet gözden çıkar.

    HERKESE HAKKINI VERMEK : Herkesin üzerimizde farklı farklı hakları vardır. Komşu hakkı, ana-baba hakkı, hanım hakkı, çocuk hakkı, nefis hakkı, hatta hayvan hakkı vs. gibi. İslâmî ölçüler içinde, bütün bunları yerine getirmek gerekir. Mevlâ bu zor konuda yardımcımız olsun, Âmin, bi hürmeti Tâhâ ve Yasin!..

    HEVA: Arapça, arzu istek gibi anlamları vardır. Kâşânî şöyle tanımlar: Nefsin, şeriatı dikkate almaksızın arzuladığı şeylere yönelmesi.

    HEVACİM: Arapça, hücum kelimesinin çoğulu olup saldırılar, hücumlar anlamına gelir. Kulun çabası söz konusu olmadan, vaktin (içinde bulunulan halin) kuvveti sebebiyle kalbe gelen şeye, hevâcim denir. Bkz. Hücum.

    HEVACİS: Arapça, kalbe birden doğan şeyleri ifâde eder. Kâşânî, kalbe gelen nefsanî ilhamları hevacis olarak değerlendirir. Bu terim Kur'an-ı Kerimdeki "ona fücurunu ve takvasını ilham etti" (Şems/8), âyetine dayanır.

    HEVVARİYYE: Ebu Bekr b. Hevvar el-Hevvârî (ö. VIII/XIV.yy) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  5. #12
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 12 ::..
    HEYÂMÂN: Farsça, şaşkınlık demektir. Coşkun varlık ummanında, ilâhî tecelli nurlarının pırıltısında hayrete dalma, kendinden geçme, mahv olma, cem makamında istiğrak halinde bulunma.

    HEYBET: Arapça. Korkmak ve sakınmak manasınadır. Tasavvuftaki hallerden birinin terim olarak ifadesidir. Tasavvufta makam; kalıcılık, mücâhede ile kazanma, bir öncesi elde edilmeden sonrakine geçememe gibi belli durakları gösterir: Fakr, sabr, zühd, tevekkül gibi. Haller ise; kula mevâhib olarak gelir, yani, kulun çabasından çok Allah'ın ihsanı ve atâsıdır. Daima çifter çifter gelir: Kabz-bast, havf-recâ, heybet-üns, fenâ-bekâ gibi. Hâlin bir özelliği de, şiddetli heyecan durumuna, yani vakte bağlı olmasıdır. Bu durum vâki olmadan gerçekleşmezler: Diğer bir ifâde ile, hâllerin dinamik bir karakteri vardır ve tasavvufî ruhî yükselişin gerçek hareket ettiricileridir. Ruhî yükseliş ancak bunlarla gerçekleşebilir.
    Tasavvufî bir hâl olarak heybet; bir kimsenin veya bir şeyin hadd-i zâtında azametli, celalli, yahut korkunç olmasından sakınıp korkmak veyahut azamet, dehşet, celâl ile veya ululukla korku vermek mânâsına gelir. Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi heybet hâlinin eşi üns hâlidir.
    Hucvirî, bu hususa açıklık getirirken şöyle der: Heybet ve üns, Hak yolunun sâliklerinin ve fakirlerinin hallerinden ikisidir. O da şu şekilde olur: Allah, kulunun kalbine celâl şahidi ile tecellî edince kulun bundan payı heybet olur. Cemâl şahidi ile kulun kalbine tecellî edince de, bu sefer onun bundaki nasibi üns olur. Bu suretle, heybet ehli olanlar, O'nun celâlinden meşakkat ve yorgunluk üzere bulunurlar. Üns ehli olanlar ise, onun cemâlinde neş'e içindedirler. O'nun celâlinden muhabbet ateşinde yanan bir kalp ile, O'nun cemâlinden müşahede nurunda pırıl pırıl ışıldayan bir kalp arasında fark vardır.
    Üçüncü devir Melâmîlerinden sayılan ünlü Nakşî şeyhi Muhammed Nur (Arap Hoca), Minhâcü'r-Râgıbîn adlı eserinde konuya şu şekilde açıklık getirir: Heybet ve üns, kabz ve bast'ın üzerinde iki haldirler. Tıpkı kabz ve bast'ın, havf ve recâ'dan üstün olduğu gibi. Heybet, gaybetin gereği; üns ise, sahv ve ifâkat hâlinin gereğidir.
    Heybet ve üns, sadece iki hâldirler. Ancak, şahıslara ve makamlara göre, bu şeylerin isimleri değişir. Nefs-i emmâre ve levvâmede bulunan kişi, bu ikisiyle sıfatlanınca, havf ve recâ adını alırlar. Nefs-i mülhimede bulunan kişi sıfatlanınca kabz ve bast, râdıye ve mardıye ve mutmainnede bulunan kişide heybet ve üns adlarını alırlar. Nefs-i kâmilede bu isim celâl ve cemâl olur. Havf ve recâ mübtedîler (başlangıç durumundakiler); kabz ve bast mutavassıtlar (yolu yarılıyanlar); heybet ve üns kâmil (olgunlaşmış kişi); celâl ve cemâl ha**** (yeryüzünde Allah'ın temsilcisi) içindir.
    Kuşeyrî de bu anlatıma yakın bir tarif ile heybet ve üns'ün kabz ve bast'tan, bu ikisinin de, havf ve recâ'dan üstün olduğunu söyler. Yine ona göre, heybet kabz'dan daha yüce, üns ise bast'tan daha mükemmeldir. Heybet'in hakkı gaybettir. Yani her heybet sahibi, aynı zamanda gaybet sahibidir. Bunların heybeti, gaybeti ölçüsünde farklılık arzeder. Üns'ün hakkı da ayıklık (sahv)tır. Her üns sahibi ayıktır.
    Bu teorik muhtevalı tariflere, başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere, çeşitli bazlarda açıklamalı örnekler getirilir: Marifet sahibi olanlara göre, Üns'ün en aşağı derecesindeki kişi, cehenneme atılsa bile, sahib olduğu üns hali kendisini kederlendirmez.
    Cüneyd, şeyhi aynı zamanda dayısı Serî es-Sakatî'den bu konuda şunları nakleder: Kul öyle bir dereceye ulaşır ki, o anda yüzüne kılıçla vursanız hissetmez. Bu psikolojik olaya en güzel örnek Kur'ân-ı Kerim'de Hz.Yusuf kıssasındadır. Züleyha'nın hanım misafirleri, bıçakla ellerindeki meyveyi kesmekle meşgul iken, birden karşılarına çıkan Hz. Yusuf, onları güzelliğiyle büyülemiş, neticede hepsi ellerini kesmişti: "Kadınların kendisini yermesini işitince, onları davet etti. Koltuklar hazırladı, geldiklerinde herbirine birer bıçak verdi. Yusuf'a, yanlarına çık, dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşırıp ellerini kestiler ve Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil, ancak güzel bir melektir, dediler" (Yusuf Suresi/31). Tefsirlere göre, kadınlar ellerinin kesilmesinden kaynaklanan acıyı, hissetmemişlerdir.
    Yine Hz. Musa'nın, Allah dağa tecellî edince, Tûr-ı Sînâ'da kendinden geçmesi olayı, bir başka Kur'ânî örnektir:" Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr-ı Sînâ'ya) gelip de, Rabbi onunla konuşunca"Rabbim, bana (Kendini) göster: Seni göreyim' dedi. (Rabbi), 'Sen, Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse Sen de Beni göreceksin! buyurdu. Rabbi, o dağa tecellî edince, onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim, Sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" (Araf/143).
    el-Yafiî, bu tür örnekleri Kur'ân-ı Kerim dışına taşırarak daha da müşahhas hâle getirir. Şimdi bu örnekleri görelim:
    Bazı adamlar vardır ki, namazda uzuvları kesilse haberleri olmaz. Hz. Ali'nin ayağına batan okun, namaz esnasında çıkarılışında acı duymayışı bir başka örnektir.
    Zünnûn-ı Mısrî, heybet hâlinin canlı bir misâlini bize şöyle nakleder: Cebel-i Lübnan'da, bir mağarada, dağınık tozlu saçları, bembeyaz başı, zayıf nahif vücudu ile namaz kılan bir Allah dostu gördüm. Namazı bitirince ona selâm verdim, selâmımı aldı, tekrar namaza durdu. Epey bir zaman namazda kaldı. Bitirince de sırtını bir taşa yaslayıp teşbihe başladı. Benimle konuşmuyordu. "Allah sana rahmet etsin" dedim "benim için Allah'a dua et". Cevaben "Allah yakınlığı ile sana enis olsun" karşılığını verdi. "Artırır mısın? diye rica ettim, bu sefer şu açıklamayı yaptı: "Oğulcuğum, Allah yakınlığı ile kimi ünsiyetine alırsa, ona dört özellik verir: 1. Aşiretsiz bir izzet, 2. Talebsiz bir ilim. 3. Malsız, mülksüz bir zenginlik, 4. Cemâatsiz bir üns". Sözünü bitirir bitirmez bir nara attı. Üçgün baygın kaldı. Sonunda iyileşip kendine geldi, ayağa kalktı, abdest aldı. Sonra bana dönerek, kaç vakit namaz geçtiğini, sordu. "Üç gün" deyince, baygınlığının sebebini şu beyitle açıkladı:

    Sevgili, şevkimin rüzgârını anınca
    Sevgilinin anısı tamam oldu, aklımı giderdi.
    Bazı sufîler heybetin; azaba, hicrana ve cezaya yakın olduğunu, ünsün de, vuslat ve rahmetin sonucu şeklinde anlaşılması gerektiğini ifâde ederler. Bir kısım sufîler de, üns için cins birliğinin şart olduğunu, Allah ile kulun aynı cinsten olmadığını, bu yüzden de her ikisinin arasında üns bulunamayacağını ileri sürerler. Bir kısmı da, buna karşı çıkarak şu cevabı verir: "(De ki) Ey kullarım, bugün sizin üzerinize korku yoktur. Sizler mahzun olacak da değilsiniz" (Zuhruf/68) Allah bu şekilde buyurduktan sonra, Hak ile üns imkansızdır diyenlere şaşarız. Kul bu lütfü görünce, mutlaka O'nu sever. O'nu sevince, O'nunla ünsiyet eder. Çünkü dosttan heybet bîgâneliktir. Üns ise vahdettir, birliktir, insanoğlunun sıfatı, kendisine nimet verenle üns halinde olmaktır. Bize Hak'tan gelen bunca nimetler vardır. Heybetten bahsetmemiz halinde, Allah hakkında marifet sahibi olmamız bizim için mümkün değildir.
    Ali b. Osman Cüllâbî Hucvirî, bu iki görüşün doğru olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyerek, bunu şu şekilde açıklar:
    "Çünkü heybet sultanı nefs, onun hevâ ve hevesi ve beşeriyetin fâni kılınması hali ile bulunur. Üns sultanı sır, sır da marifet beslemek hali ile beraber bulunur. Allah, celâl tecellîsi ile dostların nefsini fânî kılar, cemâl tecellîsi ile de onların, sırlarını bakî kılar. Fena sahibi olanlar, heybet öncedir, derler; beka ehli olanlar da, üns, üstündür derler.
    Yukarıda anlatılan olaylardan, heybet halinin tahakkuku sırasında çok derin bir psikolojik hissediş bulunduğu anlaşılmaktadır. Riyâzu's-Sûfiyye'nin bu hâli açıklaması şöyledir: "Heybetin hakkı, gaybet yani huzurdan uzaklaşma olmasıyla her bir hâib (heybet sahibi) gâib (gaybet sahibi) dir, yani gayr-i hâzırdır. "Yukarıdaki beytin ikinci mısraında da anlatıldığı gibi, heybet, aklın aşıldığı bir haldir. Zira, Allah'ın celâl tecellîsi ile sûfînin aklı gitmiştir. Artık bu durumda sufî, aşkının tecrübesini yaşamaya başlamıştır. Olayın kabaca teknik izahı budur. Heybet (veya gaybet) halinde yaşanılan tecrübe veya tecrübeler, sûfînin ayıklığa yani akıl tavrına dönüşünde, üç boyutlu şehâdet âleminin sembolleriyle açıklanmaya kalkışılınca, anlatımın yetersizliği sebebiyle bazı sıkıntıların zuhur ettiği görülür. Aşkının tecrübesi, süreklilik halinde mekansızlık gibi özellikleri taşırken, şehâdet alemindeki tecrübeler, aklın analizliyerek parçalar hâlinde kavraması, durağanlık, zaman ve mekan içinde oluş gibi vasıflarla (yani diğerinin tam zıddına) sıfatlanmıştır. Bu derin ayrılık sebebiyle aşkının tecrübesi tam olarak anlatılamaz.
    Bu konuda dikkati çeken önemli bir husus, tüm hallerde geçerli olan çifter çifter gelme durumu, heybet-üns ikileminde de görülür. Yani, her heybeti bir üns takip eder.
    Heybet; yer yer korku, gaybet, heyecan sıkıntı, yorgunluk, vahşet vb. negatif muhtevalı psikolojik kavramlarla açıklanmaktadır. Bu da, noksanlık ifâde eden bir durumdur.
    Heybet; türediği kelimenin yapısına uygun olarak, tasavvufî terim alanında benzeri bir fonksiyonu üstlenmiş görülmektedir.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  6. #13
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 13 ::..
    HEYULA: Arapça, ham madde, ilk madde, pamuk gibi anlamları olan bir kelime. Kâşânî suretlerin, kendinde ortaya çıktığı şeye heyula denir, demektedir.

    HEYULA: Arapça, ham madde, ilk madde, pamuk gibi anlamları olan bir kelime. Kâşânî suretlerin, kendinde ortaya çıktığı şeye heyula denir, demektedir.

    HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insanî latifeden ibarettir. Bir hadisi şerifte Hz.Rasulullah (s) şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha fazla bir beyaz renkte olmak üzere indirilmiştir. Ademoğullarıınn hataları, zamanla onu kararttı." O, insanî latifeden ibarettir. Zira, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz, insanı en güzel kıvam üzere yarattık". (Tin/4) ayeti bu mânâyı içerir. İnsanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır, işte bu mânâda olmak üzere, "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tin/5) denmiştir.

    HIFZ: Arapça, koruma demektir. Peygamberler, Allah tarafından günahtan korunmuştur ki, buna ismet denir. Yani Peygamberler ma'sum'dur. Veliler için de, aynı mânâda olmamak üzere, hıfz söz konusudur. Yani veliler masum değil mahfuzdur. Bu hıfz, velinin günah ve hatada ısrardan korunma halidir. Bunu, şu olay güzel anlatır. "Veli zina yapar mı?" diye Cüneyd'e sorarlar, o da, bir süre murakabeye dalar ve şu cevabı verir, "ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ". Yani Allah takdir etmişse yapar. Zira veli, nebi değildir. Hz. Yusuf (as)'un peygamber olmadan önce, "eğer Rabbisinin burhanını görmeseydi, Hz. Yusuf da O'nu (Züleyha'yı) arzu etmişti. Böylece biz, kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik.." (Yusuf/24) şeklinde başından geçen olay da, bu kapsam içinde yer alır.

    HIFZ-I AHDİ'R-RUBUBİYYE VE'L-UBUDİYYE: Arapça olan bu ibare, Rablik ve kulluk sözünün korunması anlamına gelir. Olgun (kemal) luğu Rabbe, noksanlığı kula vermek. Rablik-kulluk andlaşmasının korunmasını ifade eder. Kul, Allah ile olan andlaşmasına uymadığı zaman, durumu dinden dönen (mürted) gibi olur.

    HIFZ-I ENFAS: Arapça, nefesleri korumak demektir. Kulun alıp verdiği her solukta, Mevlasını unutmaması, gaflete düşmemesidir. Nakşîlikte "nefy ü isbât" dersinde, "La ilahe illallah" zikri çekilirken, bir nefes alıp 21 defa bu güzel sözü (La ilahe illallah'ı) kalben ardarda tekrarlamak, müridde, nefes'in kıymetini ve ne derece önemli olduğu bilincini uyandırmak içindir. Kulun her nefesi, eceline doğru attığı bir adımdır. Herkesin soluğu sayılıdır. Soluk çıktımı, bir daha geri dönmez. Tasavvufta, "zaman" bilinci derinleşince, "zamansızlık" denilen sonsuzluk bilincine ulaşılır. Yani, aklın zamanlılığı, kalbin (ruhun) zaman üstülüğü durumuna dönüşür. Zaman'ın üstünde bir "tek ân" vardır. Bu yüzden olgun sûfi; çok nefesi, Rabbanî renge döndürerek tek nefes haline çevirir ki, burada, ölmeden önce ölmenin (veya zamanda zamansızlığı yakalamanın) çok ince bir sırrı vardır, iyi düşünmek gerek!...

    HIFZ-I NİSBET: Arapça, nisbetin, mensubiyetin korunması demektir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ında da, şeyhe olan bey'at, bozup, ona sırt çeviren müride, "mürid-i mürted" dendiği kaydedilir. Şeyh'e bağlılığa "Hıfz-ı And", onu terketmeye "Nakz-ı And" denir.

    HIFZU'L-AHD: Arapça, sözleşmeyi korumak anlamında bir isim tamlaması. Kulun, Allah'ın kendisine çizdiği emir ve yasaklara riayet etmesi.

    HILM: Arapça, yumuşak başlı olmayı ifade eden bir kelime, eğer "halm veya hulm" olarak bir başka kalıptan olursa, rüya görmek anlamına gelir. Öfke sırasında kul, itidal ve sükûnetini koru*****, gücü yetmesine rağmen, muhatabından uzaklaşabiliyorsa, bu özelliğe hilm denir. Allah da el-Halîm'dir, günah işleyen kulun cezasını hemen vermez. Belki hatasından döner diye geciktirir.

    HIRKA: Arapça, bir kelime olup, Türkçe'mizde de kullanılmaktadır. Bez anlamındadır. Tarikat cihazlarından biri de, hırkadır. Dervişler hırkayı, genellikle zikir sırasında giyerler. Önü açık, yakasız, genişçe, kolludur. Mevlevîlerde resmî giysidir. Mürid, şeyhin'in huzuruna çıkarken, mescide, meydana (semahaneye) girerken hırka giyer. Ancak Mevleviler, kural olarak, sema'ya başlamadan önce hırkayı çıkarırlar. Eskiden dervişler, kazancının helâl yoldan olduğuna inandıkları kişilerden bez parçaları alırlar, bunları birbirine dikip hırka yaparlardı. Buna, yamalı anlamında olmak üzere "murakka" (Bkz. murakka) denirdi. Zamanla, kültürümüzde bir zenginlik olarak, hırka ile ilgili çeşitli atasözleri ve terimler teşekkül etmiştir. Hırka giymenin, tarikata girmek gibi bir anlamı vardır. Bu yüzden hırka, müride törenle giydirilir. Hırkanın çeşitli renkleri olabilir. Sülûku bitirenler beyaz hırka giyerler.

    Güncide durur hırkamız altında künûzat
    Dervişleriz, gerçi nazarda fukarayız.
    Ziya Paşa

    HIRKA ALTINDA ER YATAR VEYA HIRKA ALTINDA SULTAN : Zenginler, süslü elbiseler altında dünyalığın kulu iken; dervişler, kaba saba hırka içinde, süse görünüşe aldanmayan, ona tapmayan bir sultandır. Dünyaya önem verenin taptığı şey, dünya; Allah'a önem verenin taptığı varlık ise, Allah'tır. Derviş görünüşte (dıştan) yoksul, içten (özde) ise nefsine ferman okuyan, hükmünü geçiren bir sultandır. Mevlânâ, Mesnevi'nin Dibacesinde dervişleri överken, onları" hırka altında sultan" (Mesnevî Şerhi, l, 5) şeklinde tanımlar.

    HIRKA ALTINDAN ÂLEMİ SEYRETMEK : Derviş, görünüşte hiç bir şeye karışmaz gibi görünürse de, o, sürekli olarak, hadiselerin ve nesnelerin, nedeni, niçini peşinde ibret almakla meşguldür. Varoluşa çok yönlü olarak katılış halindedir. Olayları doğru değerlendirmek; olayların içinde boğulmamak ve dışarıdan geniş bir perspektifle bakmakla mümkündür. Bunu şöye açıklamak isteriz. Hz. Peygamber (s) vefat ettiğinde, Hz. Ömer (r), olayın içinde boğulup değerlendiremeyerek "her kim, Hz. Peygamber (s) öldü derse, boynunu uçururum" derken, aynı olaya daha geniş bir açıdan bakan, olayda boğulmayan Hz. Ebu Bekir (r), Kur'an'dan âyet oku*****, Hz. Peygamberin (s) ölümlü, Allah'ın ise ölümsüz olduğunu söylemiş ve isabet etmiştir.

    HIRKA GİYDİRMEK : Genellikle çeşitli tarikatlarda, birine şeyhlik, ha****lik vermek anlamında kullanılır. Veya tarikata giriş aşamasında başarılı olan müride, törenle bir hırka giydirilerek yola kabul edilir. Bu durumdaki kişi, artık aslî üyedir.

    HIRKA-İ ALİ: Silsilesi, Hz. Ali (r)'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırka ile beraber taca "Hırka-i Ali" denir.

    HIRKA-İ BERENDÂZ: Farsça olan bu kelime hırka atmak anlamındadır. Sema sırasında, müridin, vecd galebesi sonucu, sırtındaki hırkayı atması, sembolik olarak varlıktan soyulmasını ifade eder. Buna "tarh-ı hırka" veya "remy-i hırka" denir.

    Pâbürehne hırka berendaz olan bir mevlevi
    Kubbe-i çarh-ı teveccüd üzre bir Anka olur.
    Tâhirül-Mevlevî
    HIRKA-İ EBU SAİD EL-HUDRÎ: Silsilesi Ebu Sa'id el-Hudrî'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, irâdesine girdiği şeyhin eliyle giydiği hırka veya, hırka ile taca denir.

    HIRKA-İ ENES: Silsilesi Enes b. Mâlik'de biten tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırka ile taca denir. Hırka-i Enes, iki yönden tanınmıştır: 1. İbn Şîrîn, 2. Hasan-ı Basrî vasıtasıyla. Hırka uygulaması, istihsan ile örf haline gelmiştir. Hırka bu şekilde, emirle değil teberrükle sabittir.

    HIRKA-İ FAKR U FENA: Arapça, yoksulluk ve yokluk hırkası demektir. Derviş hırkası.

    Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
    Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.
    Yunus Emre

    HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insanî latifeden ibarettir. Bir hadisi şerifte Hz.Rasulullah (s) şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha fazla bir beyaz renkte olmak üzere indirilmiştir. Ademoğullarıınn hataları, zamanla onu kararttı." O, insanî latifeden ibarettir. Zira, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz, insanı en güzel kıvam üzere yarattık". (Tin/4) ayeti bu mânâyı içerir. İnsanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır, işte bu mânâda olmak üzere, "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tin/5) denmiştir.

    HIFZ: Arapça, koruma demektir. Peygamberler, Allah tarafından günahtan korunmuştur ki, buna ismet denir. Yani Peygamberler ma'sum'dur. Veliler için de, aynı mânâda olmamak üzere, hıfz söz konusudur. Yani veliler masum değil mahfuzdur. Bu hıfz, velinin günah ve hatada ısrardan korunma halidir. Bunu, şu olay güzel anlatır. "Veli zina yapar mı?" diye Cüneyd'e sorarlar, o da, bir süre murakabeye dalar ve şu cevabı verir, "ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ". Yani Allah takdir etmişse yapar. Zira veli, nebi değildir. Hz. Yusuf (as)'un peygamber olmadan önce, "eğer Rabbisinin burhanını görmeseydi, Hz. Yusuf da O'nu (Züleyha'yı) arzu etmişti. Böylece biz, kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik.." (Yusuf/24) şeklinde başından geçen olay da, bu kapsam içinde yer alır.

    HIFZ-I AHDİ'R-RUBUBİYYE VE'L-UBUDİYYE: Arapça olan bu ibare, Rablik ve kulluk sözünün korunması anlamına gelir. Olgun (kemal) luğu Rabbe, noksanlığı kula vermek. Rablik-kulluk andlaşmasının korunmasını ifade eder. Kul, Allah ile olan andlaşmasına uymadığı zaman, durumu dinden dönen (mürted) gibi olur.

    HIFZ-I ENFAS: Arapça, nefesleri korumak demektir. Kulun alıp verdiği her solukta, Mevlasını unutmaması, gaflete düşmemesidir. Nakşîlikte "nefy ü isbât" dersinde, "La ilahe illallah" zikri çekilirken, bir nefes alıp 21 defa bu güzel sözü (La ilahe illallah'ı) kalben ardarda tekrarlamak, müridde, nefes'in kıymetini ve ne derece önemli olduğu bilincini uyandırmak içindir. Kulun her nefesi, eceline doğru attığı bir adımdır. Herkesin soluğu sayılıdır. Soluk çıktımı, bir daha geri dönmez. Tasavvufta, "zaman" bilinci derinleşince, "zamansızlık" denilen sonsuzluk bilincine ulaşılır. Yani, aklın zamanlılığı, kalbin (ruhun) zaman üstülüğü durumuna dönüşür. Zaman'ın üstünde bir "tek ân" vardır. Bu yüzden olgun sûfi; çok nefesi, Rabbanî renge döndürerek tek nefes haline çevirir ki, burada, ölmeden önce ölmenin (veya zamanda zamansızlığı yakalamanın) çok ince bir sırrı vardır, iyi düşünmek gerek!...

    HIFZ-I NİSBET: Arapça, nisbetin, mensubiyetin korunması demektir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ında da, şeyhe olan bey'at, bozup, ona sırt çeviren müride, "mürid-i mürted" dendiği kaydedilir. Şeyh'e bağlılığa "Hıfz-ı And", onu terketmeye "Nakz-ı And" denir.

    HIFZU'L-AHD: Arapça, sözleşmeyi korumak anlamında bir isim tamlaması. Kulun, Allah'ın kendisine çizdiği emir ve yasaklara riayet etmesi.

    HILM: Arapça, yumuşak başlı olmayı ifade eden bir kelime, eğer "halm veya hulm" olarak bir başka kalıptan olursa, rüya görmek anlamına gelir. Öfke sırasında kul, itidal ve sükûnetini koru*****, gücü yetmesine rağmen, muhatabından uzaklaşabiliyorsa, bu özelliğe hilm denir. Allah da el-Halîm'dir, günah işleyen kulun cezasını hemen vermez. Belki hatasından döner diye geciktirir.

    HIRKA: Arapça, bir kelime olup, Türkçe'mizde de kullanılmaktadır. Bez anlamındadır. Tarikat cihazlarından biri de, hırkadır. Dervişler hırkayı, genellikle zikir sırasında giyerler. Önü açık, yakasız, genişçe, kolludur. Mevlevîlerde resmî giysidir. Mürid, şeyhin'in huzuruna çıkarken, mescide, meydana (semahaneye) girerken hırka giyer. Ancak Mevleviler, kural olarak, sema'ya başlamadan önce hırkayı çıkarırlar. Eskiden dervişler, kazancının helâl yoldan olduğuna inandıkları kişilerden bez parçaları alırlar, bunları birbirine dikip hırka yaparlardı. Buna, yamalı anlamında olmak üzere "murakka" (Bkz. murakka) denirdi. Zamanla, kültürümüzde bir zenginlik olarak, hırka ile ilgili çeşitli atasözleri ve terimler teşekkül etmiştir. Hırka giymenin, tarikata girmek gibi bir anlamı vardır. Bu yüzden hırka, müride törenle giydirilir. Hırkanın çeşitli renkleri olabilir. Sülûku bitirenler beyaz hırka giyerler.

    Güncide durur hırkamız altında künûzat
    Dervişleriz, gerçi nazarda fukarayız.
    Ziya Paşa

    HIRKA ALTINDA ER YATAR VEYA HIRKA ALTINDA SULTAN : Zenginler, süslü elbiseler altında dünyalığın kulu iken; dervişler, kaba saba hırka içinde, süse görünüşe aldanmayan, ona tapmayan bir sultandır. Dünyaya önem verenin taptığı şey, dünya; Allah'a önem verenin taptığı varlık ise, Allah'tır. Derviş görünüşte (dıştan) yoksul, içten (özde) ise nefsine ferman okuyan, hükmünü geçiren bir sultandır. Mevlânâ, Mesnevi'nin Dibacesinde dervişleri överken, onları" hırka altında sultan" (Mesnevî Şerhi, l, 5) şeklinde tanımlar.

    HIRKA ALTINDAN ÂLEMİ SEYRETMEK : Derviş, görünüşte hiç bir şeye karışmaz gibi görünürse de, o, sürekli olarak, hadiselerin ve nesnelerin, nedeni, niçini peşinde ibret almakla meşguldür. Varoluşa çok yönlü olarak katılış halindedir. Olayları doğru değerlendirmek; olayların içinde boğulmamak ve dışarıdan geniş bir perspektifle bakmakla mümkündür. Bunu şöye açıklamak isteriz. Hz. Peygamber (s) vefat ettiğinde, Hz. Ömer (r), olayın içinde boğulup değerlendiremeyerek "her kim, Hz. Peygamber (s) öldü derse, boynunu uçururum" derken, aynı olaya daha geniş bir açıdan bakan, olayda boğulmayan Hz. Ebu Bekir (r), Kur'an'dan âyet oku*****, Hz. Peygamberin (s) ölümlü, Allah'ın ise ölümsüz olduğunu söylemiş ve isabet etmiştir.

    HIRKA GİYDİRMEK : Genellikle çeşitli tarikatlarda, birine şeyhlik, ha****lik vermek anlamında kullanılır. Veya tarikata giriş aşamasında başarılı olan müride, törenle bir hırka giydirilerek yola kabul edilir. Bu durumdaki kişi, artık aslî üyedir.

    HIRKA-İ ALİ: Silsilesi, Hz. Ali (r)'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırka ile beraber taca "Hırka-i Ali" denir.

    HIRKA-İ BERENDÂZ: Farsça olan bu kelime hırka atmak anlamındadır. Sema sırasında, müridin, vecd galebesi sonucu, sırtındaki hırkayı atması, sembolik olarak varlıktan soyulmasını ifade eder. Buna "tarh-ı hırka" veya "remy-i hırka" denir.

    Pâbürehne hırka berendaz olan bir mevlevi
    Kubbe-i çarh-ı teveccüd üzre bir Anka olur.
    Tâhirül-Mevlevî

    HIRKA-İ EBU SAİD EL-HUDRÎ: Silsilesi Ebu Sa'id el-Hudrî'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, irâdesine girdiği şeyhin eliyle giydiği hırka veya, hırka ile taca denir.

    HIRKA-İ ENES: Silsilesi Enes b. Mâlik'de biten tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırka ile taca denir. Hırka-i Enes, iki yönden tanınmıştır: 1. İbn Şîrîn, 2. Hasan-ı Basrî vasıtasıyla. Hırka uygulaması, istihsan ile örf haline gelmiştir. Hırka bu şekilde, emirle değil teberrükle sabittir.

    HIRKA-İ FAKR U FENA: Arapça, yoksulluk ve yokluk hırkası demektir. Derviş hırkası.

    Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
    Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.
    Yunus Emre
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  7. #14
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 14 ::..
    HIRKA-İ FARUK: Faruk'un hırkası anlamında Arapça bir tamlama. Silsilesi Hz. Ömer (ra)'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, irâdesine girdiği mürşidden giydiği şeye denir. Bu hırka üç yönden tanınmıştır: 1. Üveys el-Karanî, 2. Ebu Müslim el-Havlânî, 3. Ebu Sa'id el-Hudrî. HIRKA-İ HEZARPÂRE: Farsça, bin parçalı hırka demektir. Melâmat (kınama) yolunu tutanların (dervişlerin) giydiği hırkaya denir. Çok sayıda parçaların dikilmesiyle yapıldığı için, bin parçadan yapılma hırka denmiştir. Bu hırka, şöhret değil, zühd gereği idi. HIRKA-İ HUZEYFE: Arapça, Huzeyfe'nin hırkası demektir. Hasan-i Basrî yoluyla tanınan ve silsilesi, sahabeden Huzeyfe'de sonuçlanan tarikatlarda, müride, bağlandığı mürşidlerce giydirilen taç ile hırkaya veya hırkaya denir. HIRKA-I İRADET: Arapça isteme hırkası demektir. Bu hırkayı giyen tâlib, artık mürid olmuştur. Bu hırkalar çeşitlidir: a) Resm hırkası: Mevlevîlerin önü açık, ayaklara kadar uzun, kollar giyilmezse dizlerden aşağıya kadar uzanır, giyilirse diz kapaklarını biraz aşar, çok geniş kollu, yakasız hırka. Bu hırka, Selçuklularda ulemanın tören giysisi idi. b) Sokak hırkası: Önü açık, genişçe, kolları, yandan dört parmak kadar uzun yakasız hırkadır. HIRKA-İ MURAKKA'A : Arapça, yamalı hırka demektir. Melamet (kınanma) yolunu seçen dervişlerin, çok sayıda parçadan dikilmiş hırkasına denir. (Ayr. bkz. Hırka-i hezarpare). HIRKA-İ OSMAN: Arapça, Osman'ın hırkası demektir. Silsilesi Hz. Osman (r)'a dayanan tarikatlarda, müridin iradesiyle bağlandığı mürşidden giydiği hırka. HIRKA-İ RESMİNE: Farsça, yün hırka demektir. Bir tarikat hırkası. HIRKA-İ SA'ADET: Arapça, mutluluk hırkası demektir. Hz. Rasulullah'ın (s) Topkapı Sarayı'nda, gümüş sandık içinde korunan hırkasına denir. Ashabdan, Ka'b İbn Züheyr (r) bir kaside tertipler ve bunu Hz. Rasûlullah (s.)'ın huzurunda okur. Allah'ın Rasulü (s) bunu beğenir ve sırtında bulunan hırkayı, Ka'b (ra)'a hediye eder. Mısır'ı fethedince, bu hırkayı Mekke Şerifi, mübarek emânetler arasında Yavuz Sultan Selim'e hediye eder. Padişahlar çoğunlukla, her Ramazan'ın onbeşinde Topkapı Sarayı'na alay (merasim bölüğü) ile gider, hırkayı ziyaret ederlerdi. Hırka-i Saadet Dairesi'nde, geceli gündüzlü kesintisiz olarak Kur'an-ı Kerim okunurdu. Bu âdet Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar devam etmiştir. Günümüzde mesai saatlerinde bu adet sürdürülmektedir. Hırka-i Saadet Dairesi Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmıştır. HIRKA-İ SELMAN: Arapça, Selman'ın hırkası demektir. Silsilesi Selman-ı Farisî (r)'de biten tarikatlarda müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırkayla birlikte taca denir. Nakşîlikte Bekrî (Sıddikî) silsilenin ikinci halkası Selman-ı Farisî'dir. Selman-ı Farisî'den önceki 1. halka ise Hz. Ebu Bekir (r)'dir. HIRKA-İ SIDDÎK: Arapça, Sıddık'ın hırkası demektir. Silsilesi Hz. Ebu Bekir es-Sıddık (ra)'la biten tarikatlarda müridin, irâdesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırkayla birlikte taca denir. Nakşîlik Hz. Ebu Bekir (ra)'den gelen bir silsileye sahiptir. HIRKA-İ SUFİYYE: Arapça, sûfiyye hırkası demektir. Müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği şey (şeyler) için kullanılan bir tabirdir. Bu, hırka veya taç gibi bir alâmet olurdu. Hırka giymek, tarikata girişi, mürşidle irtibatı sağlamayı ifade eder. Sahabe ve tabiin arasında hırka giydirmek (İlbâs-ı hırka) gibi bir durum yoktur. Yani emirle değil, örf ile, teberrük yolu ile sabittir. Bununla birlikte, Hz. Rasulullâh (s)'ın Ka'b İbn Züheyr (ra)'e yazdığı kasideden memnun kalarak hırkasını vermesi, Sa'd kabilesi esirleri arasında bulunan süt kardeşi Şeyma (ra)'ya ikram olmak üzere, hırkasını yere serip, üzerine onu oturtması gibi keyfiyetleri de nazar-ı dikkatten uzak tutmamak gerek. Sûfiyye arasında tanınmış hırkalar 8 çeşittir. 1. Hırka-i Sıddık, 2. Hırka-i Ömer, 3. Hırka-i Osman, 4. Hırka-i Ali, 5. Hırka-i Enes, 6. Hırka-i Huzeyfe, 7. Hırka-i Selman, 8. Hırka-i Ebu Said el-Hudrî. Bu hırkalar da çeşitli yollarla tanınmıştır: 1. Hırka-i Sıddık: a) Süleymanu'l-Hayr yoluyla, b) Ebu Bekr el-Ehvazî yoluyla c) Habib-i Kureyşî yoluyla. Ebu Bekr-i Ehvazî'ye olan isnadın rüya yoluyla sabit (emr-i menâmî) olduğu, isnad-ı hakiki şeklinde ortaya çıkmadığı kaydedilir.Vefaiyye ve Şenekiyye tarikatının hırkası budur. Habib-i Kureyşî ise, maruf değildir. 2. Hırka-i Faruk: a) Üveys el-Karanî yoluyla b) Ebu Müslim el-Havlanî yoluyla c) Ebu Sa'id el-Hudrî yoluyla. 3. Hırka-i Osman: Bu hırkanın kesik (geliş yolunun munkatı) olduğu kaydedilir. 4. Hırka-i Ali: a) Hz. Hasan, b) Hz. Hüseyin c) Kümeyi b. Ziyad, d) Üveys el-Karanî, e) Hasan-i Basrî, Hasan-i Basrî'nin, Hz. Ali (r)'den rivayetinin, muhtelefün fih olduğu kaydedilir. 5. Hırka-i Enes: a) İbn Şirin b) Hasan-i Basrî 6. Hırka-i Selman-i Farisî: Bu, hırka-i Hz. Ebu Bekir (r) içinde sayılır. 7. Hırka-i Ebu Huzeyfe: Hasan-i Basrî yoluyla. 8. Hırka-i Ebu Sâ'id el-Hudrî: Bu da, hırka-i Hz. Ömer (r)'e dâhildir. Rivayete göre, Mevlevî hırkasının önceleri önü kapalı iken, sonradan, bir sûfinin kabz'a girdiğinde ferahlamak için önünü yırtmasıyla, "ferecî" adı verilen önü açık olan bu hırka yaygınlaşmıştır. Taç ve hırkanın bir takım adabı vardır. Sırf taç ve hırka giymek, bir şey ifade etmez, onun hakkını vermek gerek... Bunun için Yunus Emre şöyle der: Dervişlik olaydı taç ile hırka Ben dahi alırdım otuza kırka. Ankaravî hırkadan maksadın; kalpteki İlâhî aşk ateşinin olduğunu kaydeder. Muhyiddin İbn Arabî, seyr ü sülük (manevî olgunlaşma yolu) da dört soyut ölümden bahseder, bunları kozmik renkleriyle şöyle sıralar. 1. Mevt-i ebyaz (beyaz ölüm): Açlık, 2. Mevt-i esved (siyah ölüm): İnsanların eza ve cefâsına katlanmak, 3. Mevt-i ahmer (kırmızı ölüm): Nefse karşı koymak, 4. Mevt-i ahdar (yeşil ölüm): Hırka giymek. HIRKA-İ TARİKAT: Arapça, tarikat hırkası demektir. Tarikatta olgunluk makamlarını elde eden kişilere, şeyhleri tarafından "icazetname", "hilâfetnâme" (diploma) verilirdi, icazet verme işlemi sırasında, müride, törenle hırka ve taç giydirildiği için, buna "ilbâs-ı hırka" (hırka giydirme) denir, hırka almaya da "lübs-ı hırka" (hırka giyme) tâbir olunurdu. HIRKA-İ TEBERRÜK: Teberrük, manevî bereket demektir. Bir mürid, bir şeyhten yetişir hilâfetle icazet alır, hırka giyer. Daha sonra hilâfet alan bu mürid, bir başka şeyhten, manevî bağlılık sağlamak üzere hırka giyer. İşte buna hırka-i teberrük denir. Bir tarikata giren yetişmemiş kişi de, manevî bereket olmak üzere hırka giyebilir. HIRKA-İ TEVBE: Arapça, tevbe hırkası demektir. Günahdan tevbeye karar vermiş, hazırlık aşamasındaki derviş (tâlib) lerin giydiği hırkaya "hırka-i tevbe" denir. HIRKA-PUŞ: Farsça, hırka giyen demektir. Dervişler, hırka giydikleri için "hırka-puş" diye de anılırlar. Şimdi seccade-i mânâda, benim, mürşid-i kül Hırka pûşân-ı beyan benden alır feyz-i kelâm. Nef'i. HIRS: Arapça, hırslı, tamahkâr olmak, bir şeye çok düşkün olmak anlamında bir kelime. Bir şeye sahip olmak üzere, insanın tüm gücü ile çaba göstermesi
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  8. #15
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 15 ::..
    HIZIR: Arapça, yeşil demektir. Hz. Musa (s) zamanında yaşamış, veli mi, peygamber mi olduğu konusunda anlaşmazlık bulunan bir mübarek zât. Oturduğu yerdeki sararmış otlar, kalkınca yeşerdiği için, kendisine Hızır (yeşil) dendiği kaydedilir. Âb-ı hayat denilen ebedîlik suyunu, Hz. ilyas (a) ile bulup içtiği için, her ikisinin kıyamet gününe kadar bir tür dirilikle yaşadığına inanılır. Tasavvufta bast haline Hızır, kabz haline ilyas denir. Zamanın kutbuna "Hızır-ı Vakt" adı verilir.

    HIZIR UĞRAMIŞ : Tükenmek bilmeyen yiyecek, içecek, para vs. gibi nesneler için "Hızır uğramış" tabiri kullanılır.

    HIZIR GİBİ YETİŞMEK : ihtiyaç sahibine tam zamanında yetişip, yardım eden için bu söz kullanılır. "Kul bunalmayınca Hızır yetişmez" tabiri de, Hızır'ın genellikle darda kalanlara yardıma koştuğunu ifâde eder.

    HIZIRİYYE: Hz. Hızır (a)'a dayandırılan bir tasavvuf okulu.

    HIZIRİYYE: Fas'da, İbnu'd-Debbâğ (ö. 1717) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    HİCÂB: Arapça, perde, engel demektir, istenen ile isteyen arasına giren engele hicâb denir. İnsan, hicâbla, Allah'a yakınlıktan perdelenir. Bu, ya nurânî (aydınlık), ya da zulmânî (karanlık) olur. Nurânî olan ruhun nuru iken, zulmânî de, cismin zulmeti (karanlığı)dir. Nefs, akıl, sır, ruh, hafi gibi müdriklerin her birinin, kendine göre hicabı vardır. Nefsin perdeleri, şehvetler, lezzet ve lehviyyat; kalbin hicabı, Hak'dan gayrisini düşünmek; aklın hicabı, makûl mânâlara saplanıp kalmak; hafi'nin hicabı azamet ve kibriya'dır. Vâsıl kişi (olgun insan)'nin, bunlara iltifatı yoktur. Kettanî, sevabı görmek de hicabı görmek de: bir tür hicâbtır, der. Sevap görmek, kulun yaptığı ibadetine karşılık beklemesi şeklinde açıklanır. Kalbe yerleşen ve orada hakikatlerin tecellisine engel olan suretlere, maddî izlere de, hicâb denir.

    HİCABU'L-İZZE, HİCÂBÛL-CELÂL: Allah'ın zatı idrak olunamaz.
    O'nun zâtı, ululuk perdesi (hicâbu'l-izze) ile örtülüdür. Mal, can, vatan sevgisi ve şehvet düşkünlüğü de hicaptır.

    HİCAZ: Arapça, kuşak, bele bağlanan ip, ayıran anlamında bir kelimedir. Suudi Arabistan'ın batısında, coğrafî planda ArapYarımadası'nı Kuzeyden Güneye sıradağlar halinde inerek ayıran bir dağ silsilesi vardır. Bu konumu nedeniyle, bölgeye, Hicaz (ayrılan) adı verilmiştir. Tasavvufta Mekke olarak değerlendirilir.
    Zira hac ve umre ibadetlerindeki, ihram uygulaması, şehvet ve lezzetlere engel teşkil eder. Bazı büyükler, bu mübarek beldede mücavir olarak kalmayı seçmiş, kendilerini oraya vakfetmişlerdir. Zira Allah, oradaki bazı bölgeleri şerefli ve faziletli kılmıştır. Zemahşerî, sürekli Mekke'de kaldığı için, kendisine "carullah" (Allah'ın komşusu)' denmiştir.

    HİCRAN: Arapça, ayrılık demektir. İç ve dış açısından Allah'tan gayrısına meyletme haline hicran denir.

    HİCRET: Arapça, ayrılık demektir. Beden ülkesini terkedip, ruhlar âlemine göçü anlatan bir terim. Yerilen huyları terkedip, övülen huyları elde etmek de, "hicret" olarak tanımlanır.

    HİDAYET: Arapça, irşad etmek, doğru yolu göstermek anlamında bir masdar. Hedefe ulaştıran yolu gösterme, ona varan yolu tutma.

    HİKD: Arapça, kin demektir, insanlar hakkında, kalpte beslenen ve düşmanlıktan kaynaklanan su-i zan, intikam alma duygusu.

    HİKMET: Arapça, hikmet; felsefe, adalet, ilim, hilim, Peygamberlik, Kur'an-ı Kerim, incil, veciz söz anlamlarında kullanılan bir kelime. Amel ve bilgi bütünleşmesinden meydana gelen ilim. İnsan'ın, gücü oranında, dış âlemdeki (afâktaki) nesnelerin hakikatim olduğu gibi bilip, ona göre hareket etmesinden bahseden ilme, hikmet denir. Bu ilim, tabiî, riyazî ve ilâhî olmak üzere üçe ayrılır. Söz ve davranıştaki isabet, olanı olduğu gibi bilmek de, hikmet olarak değerlendirilir. Hikmet, Allah'ın bir ordusu olup, onunla, veli kullarının kalplerini güçlendirir. Türk tasavvuf geleneğinde, tasavvufî şiirlere hikmet denir. Ahmed Yesevî'nin "Divan-ı Hikmef'i gibi. "Kime hikmet verildi ise, ona çok hayır bahşedilmiştir" (Bakara/269).

    HİKEMİYYE: Şeyh Muhammed b. Ebi Bekr el-Hikemî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup, Kadiriyye'nin kollarmdandır.

    HİKMET-İ CÂMİ'A: Arapça, toplayıcı hikmet demektir. Hakkı bilmek, onunla amel etmek; bâtılı tanıyıp ondan uzaklaşmak. Hz. Peygamber (s), bunu şöyle ifade eder: "Ey Allah'ım bize hakk'ı hak olarak göster, ona uymayı nasib et. Bâtılı bâtıl göster, ondan uzaklaşmaya muvaffak kıl". "Ey Allah'ım bize eşyanın hakikatini göster." Amin.

    HİKMET-İ MANTUKUN BİH: Arapça, anlatılan hikmet demektir. Anlatılan hikmetler; Şeriat, tarikat hakkındaki bilgilerdir.

    HİKMET-İ MEÇHULE: Arapça, bilinmeyen hikmet demektir. Çocukken ölenlerin durumu, ebedî cehennem azabı gibi, mahiyetini anlamaktan uzak olduğumuz, sadece inandığımız veya inanmamız gereken hikmetlere "hikmet-i meçhule" denir.

    HİKMET-İ MESKÛTUN ANHA: Arapça, anlatılamayan hikmet demektir. Rüsum âlimlerinin ve avam tabakasının anlayamadığı hakikat sırları. Bu konuya şu hadis örnek getirilir: Peygamber Efendimiz (s), bir gün ashabıyla Medine sokaklarından geçerken önüne bir kadın çıkarak, yemin ile bahçesine davet eder. Hz. Peygamber (s), ashabıyle birlikte bu davete icabet eder. Görür ki, kadıncağızın çocukları, alevli bir ateş etrafında oynuyorlar. Kadın, Hz. Peygamber (s.)'e "Ya Rasulallah Allah mı kullarına daha merhametli, yoksa ben mi çocuklarıma daha merhametliyim?" diye sorar. Hz. Peygamber (s)'e "Allah daha merhametlidir. Çünkü erhamürrâhimin (acıyanların en acıyanı) dir." karşılığını verir. Kadın bunun üzerine "çocuklarımı ben, hiç şu âteşe atmayı ister miyim?" sorusunu yöneltir. Hz. Peygamber (s) "hayır" karşılığını verir. Bunun üzerine kadın "öyleyse kullarına daha çok acıyan Allah, kullarını ateşe nasıl atar?" deyince, Hz. Rasulullah (s) gözlerinden yaşlar dökerek "bana böyle vahyolundu" cevabını verir. işte bu tür ince sırlar, herkese anlatılmaz. Zira dinleyen anlamaz ve bunun sonucu olarak da sapıtır.

    HİKMETİNDEN SUAL OLUNMAZ : Allah hiçbir şeyi boşa yaratmamıştır (Al-i İmran/191). Yarattığı herşeyin bir hikmeti vardır. Bu, herşeyin hikmetinin anlaşılmayacağını, bilinemeyeceğini, bu yüzden de ona, "hikmeti nedir?" diye soru sorulamayacağını belirten bir atazözüdür. "... Yaptığından sorulmaz..." Enbiya/23.

    HİLAFET: Arapça, ha****lik, imamet, emirlik gibi anlamları bulunan bir kelime, islâm devletlerinin yöneticilerine ha**** denirdi. Taftazanî'ye göre hilafet; Hz. Peygamber (s)'den halef olarak, din ve dünya işlerindeki genel başkanlığa denir. Tarikatların hemen hemen hepsinde, şeyhlik makamına hilâfet denilir. İnsan-ı Kâmil'e, Allah'ın esma ve sıfatlarını ortaya çıkardığı için, ha**** denilir. Allah'ın ruhundan bir soluk olduğu için, her insan bilkuvve ha****dir. insanın bir kul olarak, bunu bilfiil ortaya çıkarması gerekir. Emanet sadece insanda olduğu için, Allah'ın 99 ismini ortaya çıkarabilire kabiliyeti, varlıklar âleminde sadece insana verilmiştir. İki türlü hilâfetten bahsedilir.

    1 . Hilâfet-i Kübra : Bu zahiri dünyanın reisliğini ifade eder.
    2. Hilâfet-i Suğra : Batînî âlemin reisliğini gösterir.

    Yine ikinci bir hilâfet-i kübra, hilâfet-i suğra ayırımı vardır ki, ilki, tarikatta kol oluşturabilme yetkisine sahipliği ifade ederken, ikincisi, bulunduğu tasavvuf okulunun dairesi içinde görev yapar.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

  9. #16
    kaptan-8 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Offline

    Uye No : 42955
    Üyelik tarihi
    16 Mart 2014
    Konum
    Türkiye/Adana
    Mesajlar
    21.406
     
     Uydu Alıcısı
     
     Sungate TİTAN 4K UHD & Sungate TİTAN İPTV HD 

    Standart

    TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
    ..:: 16 ::..
    HİLÂFETNÂME: Tasavvuf okulunu usulünce bitirmeyi başararak, irşad (uyarma, doğruyu göstermek) kabiliyetini elde eden kişiye, mürşidlik yapabilirliğini göstermek üzere, şeyh tarafından bir belge verilirdi ki, buna, hilafetname veya icazetname denirdi. Eskiden, icazet verme işi yoktu. Ancak, zamanla müteşeyyıh denen sahte şeyhler çoğalınca, bu usûle başvuruldu. Ancak bu yolun sahtecileri, varlolmaya ne yazık ki, devam etmişlerdir.

    HİLALİYYE: Şeyh Muhammed Hilâlü'r-Rûhü'l-Hemedâniyyü'ş-Şâfiî (ö. 1147/1734) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup, Kadiriyye'nin kollarındandır.

    HİL'AT: Arapça, hediye olarak verilen elbise demektir. Tam olarak kaftan anlamına gelir. Padişahlar ve vüzera tarafından giydirilen şeref elbisesine de hil'at denir. Tasavvufta, ilâhî lütuf veya Allah'ın sâlik'e olan bağışını ifade eder.

    HİL'AT-İ UBUDİYYET: Arapça, kulluk giysisi demektir. Allah'ın kuluna yaptığı en büyük ihsanı, ona kulluk elbisesi giydirmesidir.

    HİLLET: Arapça, dostluk demektir. Kulun kendi sıfatlarını terkedip, Hakk'ın sıfatlarıyla süslenmesi. Tasavvufta hillet sembolü, Hz. ibrahim'dir. Bu yüzden ona, ibrahim Halilullah denir.

    HİMMET: Arapça, azim, enerji, istek, arzu, meyi, şevk gibi anlamları olan bir kelime. Bir olgunluk hali veya kulun bir şeyi elde etmek üzere kalbinin bütün gücüyle Hakk'a yönelmesi. Allah'ın icabeti sonucu vuku bulur; tesir Allah'tandır, kul ise duacı olarak vasıtadır, yoksa kul hiçbir zaman Allah (c) olamaz. Velilerin bu anlam çerçevesi içerisinde şekillenen gücü, Arapça şu atasözüyle anlatılır: Himmetü'r-ricâl takla'u'l-cibâl (Allah adamlarının himmeti, dağları yerinden oynatır).
    Sülük ile ilgili derecelerin ilkine himmetu'l-ifaka, ikincisine de himmetu'l-enefe denir. İlki sâliki, geçici (fani) olanları terkedip, sürekli (bakî) olanı istemeye yönlendirir, ikincisi amele karşı sevap istemeye sevkeder ki, bu durumda sâlik, Hakk'a, ihsan üzere ibâdet eder. Yine o, yaklaşmayı taleb etmek için Hakk'a teveccühden geri kalmaz.

    Dem-i Mesih'den etsen recâ-yı himmet der,
    Bu deyr-i köhnede biz de duaya muhtacız.
    Koca Ragıb Paşa

    HİMMETİYYE: Himmet Efendi (ö. 1095/1684)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu olup, Bayramiyye'nin kollarmdandır.

    HİMMETU ERBÂBİ'L-HİMEMİ'L-ÂLİYE: Arapça, yüce himmetlere sahip olanların himmeti
    anlamında, zincirleme bir isim tamlaması. Sulukta üçüncü derecenin himmetidir. Bu derecede, sadece Hakk'a bağlanılır, O'nun gayrisine iltifat edilmez. Buradaki sâlik, hallere, makamlara, isimler ve sıfatlarda duraksayıp kalmaya razı olmaz; onun hedefi zâtın aynından başkası değildir.

    HİMMETU'L-ENEFE: Arapça, keskin himmet demektir. Sulukta ikinci derece budur. Bu, enefe sahibini amel karşılığı ecir isteğine ***ürür. Öyle ki, sonunda, kalbine Allah'ın sevap olarak vâdettiği şeyin beklentisi, meşguliyet olarak gelir. Hakk'ı müşahededen geri durmaz. Allah'a ihsan üzere ibadet eder. Allah'a yaklaşmayı istemeye devam eder.

    HİMMETU'L-İFÂKA: Arapça, bolluk ve iyilik himmeti demektir. Sülük (manevî tekamül eğitim; yolun) da, himmet derecelerinin ilki olup, bu derecede olan sâlik, faniyi terkeder, bakiye talib olur.

    HİNDİYYE: Kâdiriyye'nin kollarından biri.

    HİS : Arapça bir şeyi iyice bilmek, yakîni elde etmek, demektir. Nefsin sıfatından ortaya çıkan şekil. Amr el-Mekkî şöyle der: "Bir kimse, vecd galebeleri sırasında bir şey hissetmedim derse, bu yanlıştır. Zira o, hislerin yokluğunun, ancak hisle olacağını idrak edememiştir."

    HİTÂM: Arapça, birşeye mühür basmak, birşeyi tamamlayıp, sonuçlandırmak anlamında, bir masdar. Olgunluk ve yücelik derecelerinde, nihayete ulaşmış kâmil insanın makamına, hitâm denir.

    HİZMET: Aslen Arapça olan bu kelime, Türkçe'mizde de aynı manada kullanılır. Tekkeye yeni giren, ilmin lezzetini tatmamış, hallerin nefesleriyle uyanmamış sâlikin durumu, hizmet olarak değerlendirilir. Himmet, hizmete bağlıdır: "Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder." (Muhammed/7) âyetiyle, bu espiriye işaret olunur. Nefsini terbiye etmemiş kişilerin, çoğu zaman yaptığı hizmet, onun Allah (c) rızasına ulaşmasına perde olur. Hizmet de putlaşabilir.

    HİZMET DEĞİŞTİRME : Mevlevî ıstılahıdır. Mutfağa, 1001 hizmet günü başlangıcı olmak üzere, yeni bir mürid (can) gelince, orada hizmet değişikliği söz konusu olurdu, mesela ayakçılık yapan biri, yeni mürid geldiğinde, bu görevini ona terkeder, kendisi başka bir hizmete verilirdi. Bir mürid, birden fazla hizmete koşabildiği gibi, çok sayıda mürid bir hizmeti yerine getirebilirdi.

    HİZMET-İ MERDAN: Farsça, erkeklerin hizmeti demektir. Müridlerin tümünün birlikte yapmak zorunda olduğu işler vardı ki, buna, "hizmet-i merdan" (erkeklerin hizmeti) denir. Müridlerin tek başına gördüğü işe sadece, hizmet denirdi.

    HİZMETSİZ YOL ALINMAZ : Hizmetin, insanı olgunlaştıran bir yönü olduğuna işaret eden, bir deyiş.

    HİZMET TAMAM OLICAK : Mevlevîlikte, bir müridin 1001 gün süren hizmet çilesinin sona ermesi. Dış Meydancı bu duruma gelen müride, bir hafta önce "erenler, hizmetin tamam oldu" diye duyuruda bulunurdu.

    HİZMET TENNURESİ : Mevlevî tennurelerinden birinin adı. Diğer tennurenin adı "Semâ Tennuresi" idi. Sema tennuresi, hizmet tennuresinden daha uzun olur ve semâ esnasında şemsiye gibi açılırdı.

    HODBİN: Farsça, kendini iyi gören yani bencil anlamında bir kelime. Kendini beğenmek. Kibirin çeşitli yönlerinden biridir. Yerilmiş bir ahlaktır. Mukabili işar olup, merkeze kendini değil başkasını koymayı, kendinden önce, başkasını düşünmeyi ifâde eder.

    HORA GEÇMEK: "Horden" mastarı Farsçada "yemek" anlamında olup, "hor" kelimesi, bu masdardan türemiştir. "Hora geçmek, bir şeyin makbul olduğunu bildiren bir ifâdedir. "Hora geçirdik": Bir şeyi yedik anlamına gelir.

    HORASAN ÇERAĞI : Bektaşî tabiri. Cem Ayinlerinde bir kandil veya mum yakılırdı. Ocakta yakılan bu kandil veya muma, Horasan Çerağı adı verilirdi. Diğer mum ve kandiller, Horasan Çerağı'ndan alınan ateş ile yakılırdı. Çerağcının mumları yakmak için kullandığı muma, "delil" denirdi.

    HORASAN ERLERİ : Horasan, Melâmetîliğin benimsenerek odaklaştığı bir yer olarak tanınmıştır. Melâmet özelliğini taşıyan kişiler, işte bu yüzden, Horasan bölgesinden olmasa bile, "Horasan Eri" diye anılır. On iki imamın sekizincisinin mezarı, Horasan bölgesinde Tus'da olduğu için, imam Aliyyü'r-Rıza b. Musa Kâzım'a, Şâh-i Horasan denir. Horasan erleri, Anadolu topraklarının İslamlaşmasında önemli rol oynamışlardır.

    HORASAN POSTU : Bektaşî tabiridir. Meydanda, kıble doğrultusunda, ocağın yanıbaşında, kandilin tam altında olmak üzere, yere serilmiş siyah post. Bu post, Hacı Bektaş-i Veli makamıdır. Dede baba bile, bu posta oturamazdı.
    TÜM KONULARIM ALINTIDIR YALNIZCA TANITIM VE BİLGİ AMAÇLIDIR
    ----------------------------------
    Sungate TİTAN 4K UHD


    0.8°W-4.9°E-7.0°E-9.0°E-13.0°E-16.0°E-19.2°E-39.0°E-42.0°E-46.0°E

Sayfa 2/3 İlk ... 2 ... Son

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

Benzer Konular

  1. Tasavvufî terimler (f)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 4
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:16
  2. Tasavvufî terimler (g)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 4
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:14
  3. Tasavvufî terimler (ı-i)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 8
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 02:00
  4. Tasavvufî terimler (j)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 0
    Son Mesaj: 03.Nisan.2014, 01:57
  5. Tasavvufî terimler (z)
    Kuran-ı kerim forum içinde, yazan kaptan-8
    Yorum: 3
    Son Mesaj: 18.Mart.2014, 02:49

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Facebook platformu Giriş